altı

1.3K 181 111
                                    

“chris, tamamen yaslanmayı keser misin? anahtarı alamıyorum.” cidden, onu neden buraya getirdim ki. sarhoş olunca çekilmeyen çok kişi gördüm ama chris, o gerçekten ayrı bir seviye.

hay ben o randevuyu kabul edenin.

“minho.” sondaki o’yu uzata uzata söylüyordu adımı, anahtarıma ulaşmaya çalışırken yapması daha çok sinirimi bozuyordu. “ne amına koyayım ne?” bir elini saçlarıma attı ve tek tek tellerine bakmaya başladı.

cidden, ben onu anlamayı bıraktım, sizde bırakın, eğer yapıyorsanız.

“saçların böyle kahverengi kahverengi de çok güzeller ama, turuncu yapsana, turuncu çok yakışır sana.” bu seferde sondaki a’yı uzattı. ayrıca, ben seviyorum saçlarımı. o istedi diye neden turuncu yapayım tanrı aşkına?

sonunda elim bir şeyime ulaşmıştı ama bunun anahtar olmadığına adım kadar emindim. chris inatla bana yaslanırken ulaşabildiğim tek şey telefonum olmuştu. 

pek düşünmeye vaktim yoktu, chris kesinlikle fazla ağır, kasları da var zaten. telefonumdan hyunjin’in numarasının üstüne tıkladım ve bir, iki çalışa açtı. uyumuşsa bile, seslere kolay kalkan biriydi, o yüzden telefonumu açmasını bekliyordum.

“hyung?” sesi uykudan kalkmış gibiydi, dediğim gibi olmuştu, boş yere uyandırmıştım hyunjin’i. “ya chris, yaslanma artık belim acıyor!” chris inadına daha çok sırnaşınca neredeyse burnumdan soluyacaktım ama kendimi zaptetmeliydim. “hyung, iyi misin?”
“hyunjin, kapıyı, kapıyı aç.” yatağından kalktığını duymuştum ama kapıya gelmiyordu. “anahtarın yok muydu hyung?”
“hyunjin, kapıyı aç, açıklayacağım.” telefonu kapattı. kapıya yaklaşan ayak seslerini duyuyordum.

çok sürmeden kapı da açıldı, hyunjin kaşlarını çatmış, dağınık saçları ile, bir bana, bir de chris’e bakıyordu. “çekil, oturtayım şunu, belim çıktı harbi!” hyunjin hâlâ şok içinde bize bakarken kapıdan çekildi, ben salona giderken chris saçlarımı hâlâ bırakmamış ve boş yapmaya devam ediyordu. “turuncu ol turuncu, bak dinle beni.” gözlerimi devirip koltuğa oturttum onu.

hyunjin de hemen yanımızda bitmiş, chris’e bakarken benden bir açıklama bekliyordu. “chris. bir kaç gün önce barda tanıştık, sonra iş vasıtası ile yine bir şekilde karşılaştık, bugün buluştuk ve kendisi sarhoş ve ateşler içinde, bu kadar.” hyunjin gözlerini dik dik açmış chris’i inceliyordu. “neden öyle bakıyor bana? korkuyorum.” chris mırıldanmaya başlayınca hyunjin’e çevirdim bakışlarımı.

“yüzü... tanıdık geldi biraz, sanki, izlemişim gibi, siması tanıdık.” bunu duyan chris gevşekçe gülmüştü, baya gevşekçe ama ağzını falan yayıyordu, iğrenç. “hatırladım! 3racha grubundan bu, bizim üniversitede bir kaç şarkı söylemişlerdi festival için.” harika.

“imza ister misin?” chris yarı baygın gözleri ile hyunjin’e bakarken gözlerimi devirdim. “hayır. hyung ben, uyuyacağım, yarın işim var.” başımı salladım, onu uykusundan uyandırmıştım sonuçta. “iyi uykular!” chris bağırınca irkildim, daha sonra kaşlarımı çatarak ona baktım.

elimi chris’in alnına götürdüm tekrar, hâlâ ateşi vardı, soğuk bir duşa girmekten başka çare yok gibi duruyordu. ama bu adam aşırı ağır!

önce kahve içip ayıltmalıyım diye düşündüm ama kafeinin yardımcı olamayacağı kadar çok içmişti. sanırım kaderime razı olup onu duşakabine götürmem gerekiyordu. “uyumak istiyorum.” koltukta gözlerinin kapandığını görünce bir kolunu omzuma attım.

bu ateşle uyursa muhtemelen yarına enzimleri çalışmadığı için ölü bulurduk kendisini. “soğuk bir duş aldıktan sonra uyuyabilirsin.” kalkınca kafasını boyun girintime sokup nefesler almaya başlamıştı, hâlâ tüm ağırlığını veriyordu ve üstüne üstlük huylanıyordum da!

banyo salona çok da uzak değildi, çabuk ulaştım bu yüzden. chris’i duşa kabine sokmaya çalışırken inadına yapışmış, bırakmıyordu. “ya, bıraksana beni amına koyayım.” ağzı ile 'tch, tch' sesleri çıkarmaya başlamıştı şimdi de. “çok ayıp, minho, portakal minho.” portakal minho ne be?

tamam, saçlarımı hiç turuncu yapmayacağım tescillenmiş oldu.

yavaşça duşakabine oturttum chris’i, üstüne de soğuk suyu açtım. napayım yani, acıyayım mı birde? “çok soğuk, kapat şunu, lütfen.” nasıl içmiş bu böyle? soğuk su bile ayıltmadı adamı.

yandan bir havlu alıp saçlarını kurutmasını söyleyip verdim, odama gidip eşofman ve tişört çıkarttım. çok dar giyinen bir tip olmadığımdan, kıyafetlere girmekte sorun yaşamayacağına eminim.

tişört ve eşofmanı banyoya götürüp verdim, en azından kendi giyinebiliyordu.

başıma ciddili bir bela almıştım ama.

bir kaç dakika sonra banyodan çıktığını gördüm, yine bomboş gözleri ile etrafa bakıyordu. tam olarak ayılmasa bile, biraz daha ayılmış gibiydi.

“gel, odama gidelim hadi.” esnedi ve başını salladı, arkadan minik adımlarla beni takip ediyordu şimdi, şükürler olsun ki artık 'belim!' diye ağlamayacaktım.

odamın kapısını açtığımda yatağa dizlerini bağdaş kurup oturdu, uyumaya niyeti yoktu sanırım. bende karşısına oturdum, onun aksine yatağın ucuna oturmuştum.

başını yan yatırarak gözlerini yüzümde gezdirmeye başladı. bu hareketi istemeden kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. “çok. çok güzelsin.”

beklemiyordum, yüzümü saniyelerce izleyip bir anda güzel olduğumu söylemesi beklediğim en son şey falandı hatta.

garip hissettim.

kimse bana güzelsin dememişti, ondandır belki de.

kendi dediğine güldü, daha sonra bakışlarını yüzümde bir yere kitledi. nereye kitlediğini anlayamamıştım, ya gözüm, ya da kaşımdı herhalde. “kaşına ne oldu?”

“ne olmuş?” dedim anlamayarak. parmağını küçüklükten kalma yara izime götürdü, parmağı orada dururken konuştu. “ne oldu buraya?” gözlerimi çevirdim ona, onun gözleri yaramdaydı. “küçükken düşüp kaşımı yarmıştım, ordan kalma.”

o günü hatırlıyorum, bisikletten feci düşüp kaşımı bir taşa sürmüşttüm. hayatımda ilk defa bir yerim yarılmıştı ama aynada kendime bakıp sadece kan gördüğümü söylemiştim aileme.

çocukken, bir kardeşim olmasından mıdır bilmem, ağlamaktan çekinirdim. çünkü, genelde o ağladığında, onu susturan da bendim. sadece birbirimiz vardık.

ben yine düşüncelerime dalmışken kaşımın üstünde dudaklar hissetmem ile şok ile açtım gözlerimi.

yaramın tam üstünden öpmüştü.

çekildiğinde, gülümsedi bana. ben tepkisiz kalmaya çalışıyor olsam da, şaka bir yana, bu hareketi beni heyecanlandırmıştı.

kimse benim yaralarımdan da öpmedi.

“bu niyeydi?” dedim sesimi toparlamaya çalışıp. “yaralarından öpülmesi gereken birisisin sen minho, öylesin.”

nefesimi verdim. garip bir an ama, dedikleri hoşuma gitti. sarhoş olduğu için hatırlamayacak olsa da, güzeldi yani.

“uyu hadi.” başını salladı ve yatakta yatar pozisyona geçti. dolaba doğru ilerleyip kendime salonda yatmak için bir kaç parça şey aldım.

“iyi uykular chris.” dedim ve kapıya ilerledim.

bir şarkı mırıldanıyordu, bu yüzden bana cevap vermemişti.

“happiness is a butterfly,
we should catch it while dancing.”

mutluluk bir kelebekmiş, onu dans ederken yakalamalıyız.”

bakışlarını benimle buluşturup, söyledi son cümleyi.


yaramızı unutturur,
yarayı kapatan aşk,
yaradan da derin

kalben, yara.

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin