otuz üç

1.2K 141 141
                                        

yaptığım şeyden pişmanlık duymaya şimdiden başladım bile. ama sâhiden çok ihtiyacım var nefes almaya.

saat sabahın altı buçuğu, ben kapşonlu sweatshirtümü giymiş, kapşonunu da takmış bir şekilde sahile gelmiştim. bunun sebebi sâhiden nefes alamamamdı.

gözümü kapatınca birilerinin gelip bana, ‘sen öldürdün!’ demesi ve benim sızlanmamdı. şanslıydım, chris uyanmamıştı bu sefer kabuslar gördüğümde. ve evden çıktığımda da. “kafama sıçayım ben.” dedim ve sahilde kayalıklara kadar yürümeye devam ettim. sorunlarım yüzünden chris’i meşgul etmek istemiyordum, sadece depresif bir erkek arkadaşı olsun da istemiyordum. çünkü onun üstünde çok fazla sorumluluk vardı.

biraz nefes alır, kendim hallederdim. çocukluğumdan beri bana sadece kendi başıma halletmeyi öğrettiler zaten. abi olmayı, güçlü olmayı, ağlamamayı, başım dik olmayı... ne bileyim, öğrettiler işte. üstümdeki bol sweati biraz daha çekiştirdim.

ölümleri sevmiyorum. ne olursa olsun sevmiyorum işte. bana kalırsa tüm sevdiklerimden önce ben ölmeliydim ama bunu kendim isteyerek yapsaydım jeongin’e olan sözümü tutmamış olurdum. “sadece... nefes alacağım.” dedim kendime. “sonra chris’in yanına döneceğim, söz.” havaya serçe parmağımı gösterip gülümsedim, kışın soğuk ayazı parmaklarıma vurunca sözleşmiş olduk.

“sen üzüldün mü?” diye sordum ayaklarıma bakarak yürürken. kesinlikle dışarıdan bir deliye benziyorum ben. bilseler, bana öyle derler miydi? “sen üzülürdün. gördüğüm en temiz kalpli insansın, ben, çok kirliyim bu dünya için.”

“en azından ben de aşık oldum.” gülümsedim ayaklarımı izlerken. aşık olmuştum sahiden de. başıma bunların geleceğini bilsem chris’e yeniden aşık olur muydum? olurdum. her şeyden önce chris o, gerçekten gördüğüm en güzel adam. bir kez daha terkedilecek olsam, yine de aşık olurdum.

kendimle onu yatakta bırakıp gelmem doğru muydu diye savaşa girmişken, bir yandan da “sadece nefes almak istiyordun, hadi ama!” diyorlardı bana, ekliyorlardı sonra; “biraz da kendini düşün.” belki de şimdilik kendimi düşünmeliydim. keşke telefonumu alsaydım, en azından mesaj atardım. “bazen çok aptal olabiliyorum.” yine kendi kendime kızmıştım.

kayalıkları gördüğümde, tabanı kayan konverslerim ile kayalıklara çıktım. en azından kayıp denize yuvarlanmamıştım, bu sersemlik ile onu yapmam baya bi’ mümkündü. sigara paketimden bir sigara çıkarıp, dudaklarımın arasına koydum. çakmağım ile ateşini yaktıktan sonra havaya üflemiştim.

denizi izlerken bir süre düşünmeye itelendim yine, tamamen istemeden. bundan bir buçuk hafta öncesinde bu deniz sevgilimi öldürebilirdi. çevremdeki ve etrafımdaki her şey bana tek tek ölümü hatırlatıyordu. “chris yaşayacak.” dedim kendimle inatlaşıp. yaşardı, yaşayacaktı. benim için en azından, ben ona ölmeyi sevmemeyi öğrettim. yani, sanırım.

sigaramı içerken bir yandan ayağımdaki kırmızı konversleri sallıyordum, sevimli gözüküyordu. sanırım. baktığınızda komik bir görüntü aslında. yüzü oldukça depresif bir adam, göz altı morlukları, bazen de çok fazla uyumaktan şişmiş, dağınık saçlı bir yüzle sigarasını içiyor ama altında siyah bol kot pantolonu var ve altında kırmızı konversleri. ayrıca ekleyeyim; bunu farkedip kıkırdıyor.

sigaramı içmeye devam ettim, daha önemli şeyler düşünebileceğimi farkettim ama kendimi düşünmüştüm. bu ilk kez olmuştu. kendimi düşünmüştüm, vay be. genellikle hep çevremi düşünenlerden olmuştum ben. kendim için, ben hiç önemli değildim. hâlâ da öyle çok önemli değilim, değerli hissettiğim tek yer chris’in yanı gibi.

bana kendimi öyle önemli hissettiriyor ki bazen kızıyorum ona. dünyanın en nadir, mükemmel şeyiymişim gibi davranıyor bana. öyle olduğumu düşünmüyorum ama hoşuma gitmiyor değil, beni görünce tüm iltifatlarını bir çırpıda dökebilmesi, sadece benim kollarımda uyuyabilmesi beni çok özel hissettiriyor. beni öpüşü bile, kırılırmışım gibi öpüyor beni. bir bibloymuşum gibi. gülümsedim.

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin