cenazesinde öyle çok da fazla insan yoktu. ihtiyaç da duymadık, kim gerçekse, orada olsun istedik.
koskoca kilisede, üç kişiydik.
annem ve babamı istemedim bile, onlar, benim kardeşimin ölüsüne bile üzülmemişlerdi, ben, jeongin ölürken, gömülürken, gerçek insanlar istedim.
adını iki yıl boyunca neredeyse hiç söyledim ama aklımdan hiç çıkmadı. nasıl çıkabilirdi ki zaten, her şeyimdi o benim.
kimsenin olmadığı bir duvar kenarı gördüm chris’in evinin 50 metre ilerisinde kadar, oraya gitmeye başladım sadece. ağlamıyordum, sadece, ağlayacağımı biliyorum.
duvara geldiğimde, öylece orada oturup, tek sokak lambasının aydınlattığı -buna aydınlatmak denir mi bilmiyorum.- duvar kenarında, burası biraz karanlıktı ama olsun, yeri izledim boş gözlerle.
cidden, bomboş gözlerle.
ne ara buna dönüştüm ki ben? her şeye binlerce anlam yükleyen, bomboş gözlerle etrafına bakan, gülümsemeyi bile kendisine çok gören birisi.
o gidince her şeyim gitti çünkü, hiç bir şeyim kalmamış gibi hissettim. yirmisinde ölüp gitmek için çok gençti ve ben gözlerimin önünde, yirmi yılımın gidişini izledim.
çok genç. ölü olmak için çok genç. tanrı’ya kızgınım, hâlâ da kızıyorum.
“minho.” dizlerimde duran ellerim ile, tam önümde dikilmiş olan, chris’e baktım. buldu beni. çok da uzak değilim ama yine de buldu beni işte. “otur.” dedim tok bir sesle.
ağlamak istemiyorum ama bir o kadar istiyorum da.
oturdu dediğimi yapıp, yanıma aynı benim gibi oturdu, sağ dizini kırıp, sağ kolunu sağ dizinin üstüne koydu ve sol dizini uzattı öylece.
bir soru sormadı. şaşırdım, çok şaşırdım hatta. çok meraklı birisiydi, fazla meraklı. ama o, hafif loş ışıkta, aynen benim gibi yapıp karşı duvarı izledi.
“felix.” dedim birden. “nasıl?” başını bana çevirdi. “ağlıyordu, bilmiyorum.” sorduğum bu değildi, iki yıldır nasıl olduğuydu. “onu sormadım,” başımı tekrar duvara çevirdim. “iki yıldır nasıl?”
“felix ile iki yıldır tanışıyoruz zaten.” daha sonra ekledi cümlesine. “ne bileyim, felix hep gülümser, neşeli birisidir. duygularını göstermekten pek çekinen birisi de değildir, onu çok kez ağlarken gördüm ama,” duraksadı. “ne ama?” dedim ben de devam etmesini istediğimden. “en çok böyle ağlarken gördüm sanırım, ve, sevgilisi de benden farksız. changbin onu ilk kez böyle gördü, çok korkmuş duruyordu.”
felix’in, sevgilisine bahsetmemesine gerçekten şaşırmıştım. sonuçta, ne bileyim, erkek arkadaşı, istese bilebilirdi. “changbin’e söyleyeceğini söyledi ama şimdi değil diye de ekledi. sanırım ikinizi de ilgilendiriyor bu.”
“üç kişiydik.” dedim bir anda. kendim gibi davranmadığımın farkındaydım, çünkü kendim olsaydım, anlatırken binlerce kez düşünürdüm ama ben, chris’e anlatmak istiyordum sanırım.
“efendim?” kafamı chris’in göğsüne koydum, şaşırmış olacak ki, göğsünün oynamayışından nefesini tuttuğunu anlamıştım. bir süre sonra tuttuğu nefesini bırakmış, boşta duran elini saçlarıma koymuştu. garip ama huzurlu bir histi bu.
“ben hyunjin ve felix, işte.” burnumu çekmemle anlamıştım, duygularımı sonunda, o cenazeden sonra dışa vurabildiğimi. “hiç bir şey anlamıyorum ki şuan minho.” dedi, sesi nazikti, ne söylesem kırılacak gibi bir ses tonu.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
may
Fanfictionbanginho, tamamlandı. mayıs'ın akşamını özel yapan bir tutam aşktı, sağında ya da solunda, yine de bir şekilde, aşk buradaydı, mayıs akşamında.