yirmi beş

1K 137 151
                                    

“hyung hırka alsana.” sesli bir nefes verdim, ne ısrarcıydı şu hırka için, haziran akşamı olabildiğince sıcak ve bunaltıcıydı zaten. “haziran’ın ortasındayız hyunjin.” hyunjin ellerini cebine koyup oflamıştı, neredeyse bir aya yakındır üstüme titremesi beni biraz geriyordu doğrusu. birilerinin benim için çabalamasından hoşlanmıyordum, çekilmez birisiydim ben zaten çoğu zaman.

o günden sonra birileri benim için bir şey yapsın istemiyordum, odamdan işlerimi hallediyordum. ne jisung’a gidip işlerimi chris’in evinde yapasım vardı ne de o günden sonra bana chris’i hatırlatan bir şeyleri görmeyi, evine ve odasına bir daha bu kadar yakın olmak istemiyordum.

yirmi güne yakın olmuşken, lalisa’ya gidiyordum. evet, buydum işte. chris’i hatırlatan şeyleri istemeyip, lalisa’ya gidecektim. istesem de istemesem de, hayatımın merkez noktalarından birisine sahip olmuştu chris. onun yüzünden depresyona sürüklenmem gibi.

belki de yine bir alkol komasına ihtiyacım vardır, kim bilir?

“bu havada üşümem mümkün değil, üşürsem de hallederim ben. görüşürüz.” kapıyı kapatıp çıktım, üzgünken agresif olmaktan hoşlanmıyordum, şu sıralar bu hallerim bana çok deja vu yaşatıyordu.

evet, chris gideli neredeyse bir ay olmuştu. ondan bir haber gelip gelmediğini changbin’e ya da jisung’a sormuyordum, merakımı felix gideriyordu zaten. sormasam da tek bir haber bile alamadıklarını söylüyordu sadece, içimdeki merak tekrardan hüzüne dönüşüyordu. geceleri sessiz sessiz ağlıyordum.

göz altlarım mosmordu, bakışlarım şişen gözlerim yüzünden gittikçe çöküyordu, ölü gibiydim aynı. aşk yaşattığı kadar öldürürmüş de, bu da benim çıkarımım. turuncu saçlarım ise sanırım yüzümdeki en canlı şeydi, boyanın akmasına izin bile vermiyordum, turuncu saçlarım turuncu kalsın istiyordum sadece. aynen chris’in istediği gibi. ne kadar aptalca olduğunu biliyorum.

aynada turuncu saçlarımı ilk gördüğümde kendimi ilk kez güzel bulmam da çok aptalcaydı, güzeldim işte. ne istese o güzelleştiriyordu beni. beyaz şortumun cebine ellerimi sokup ilerlemeye başladım sokakta, birazdan summer nights’a girecek ve bir alkol komasına girecektim. bu benim kaçınılmaz sonumdu. depresyon çok zordu, hele ben iseniz, çok çok zordu.

etrafımdaki herkesi kendimden uzaklaştırırdım, geceleri uyumaz, sadece olumsuz şeyleri düşünürdüm, yapmam gereken şeyleri unuturdum veya yaparken, bocalardım. çok içerdim. bazen de bulduğum boşluklarda ağlardım, fakat bu; yeni belirtiydi benim için, öncekilerde ağlamıyordum.

yüzüme vuran rüzgara gülümsedim zorla da olsa, eğer gülümsemezsem nasıl bir şey olduğunu unutacağım yakında. yaz ayazının belirsizliğinden güzel olarak bahsederdim, direkt olarak belirsizliği güzel bulurdum. fakat şimdi, belirsizlikten nefret eder haldeydim ben, chris nerede, chris iyi mi, chris beni neden bırakıp gitti? bunların hepsi birer belirsizlikti ve ben, belirsizliklerden nefret ettim. bilmeme duygusunun heyecanlı bir yönü falan yokmuş, tek yaptığı acı vermesi.

summer nights tabelasını görünce gülümsedim, bugün perşembe aslında. ama lalisa’nın sırf keyfi barda bir kaç saat takıldığını biliyordum, bu yüzden gelmiştim. gerçi bir ay olmuştu, huyu değişmiş de olabilir. kapıdan ışık vurduğunu görünce rahatlamış gibi bir nefes verdim, yirmi günün acısını çıkarmaya çok ihtiyacım vardı. kapıyı itekleyip, bar tezgahına kafasını yaslamış, bardağındaki buzlar ile oynayan lalisa’yı gördüm. “kapalıyız.” diye mırıldandı gelen kişiye bakmadan. “bana kapalı olamazsınız maalesef.” dedim mırıldanarak, yüksek sesle konuşacak gücüm bile yoktu.

bakışlarını bana çevirince kaşlarını yukarı kaldırmış, şaşırmıştı. neredeyse bir aydır görmediği için böyle şaşkın olduğunu biliyordum. “minho. hoşgeldin.” keşke, keşke hoş gelseydim.

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin