ONUNCU BÖLÜM

60 10 0
                                    

     Donuyordum. Duyularım keskinleşirken mi titremeye başladım yoksa bilincimden çok daha önce uyanan bedenim mi beni dürterek uyandırdı emin değildim. İstesem gözlerimi açardım ama yattığım ıslak zeminde kendime biraz zaman vermeyi tercih ettim. Göreceklerimden korkuyordum. Anılar kapalı gözlerimin önünde son derece canlı bir halde dönüp duruyordu. Hector ölmüştü, değil mi? Aaron beni bulmuş ve oradan çıkartmıştı. Zayıfsın diye fısıldadı çirkin ses. Ona gelene kadar epeyce derdim vardı. Hemen olduğum yerde dikeldim.
    Görüşümün odaklanması biraz süre aldı ama nihayet toparlandığında da pek bir şey seçemedim. Burası zifiri karanlıktı. Her yeri saran taştan duvarlar siyahtı. Herhangi bir ışık kaynağı görünmüyordu ya da bir açıklık. Ayağa kalktım. Soğuk zemine basan ayak parmaklarım çıplaktı. Canlı bir kabusun tam ortasında gibi hissettiren anlarda, çevremi saran ıslaklığı kendimden olabildiğince uzaklaştırmak için suya uzandım. Orada hiçbir şey bulamadım. Boşluk ise hala yerli yerindeydi. Gözlerimi dolduran acı keskinleşti. Neler oluyordu?
    Nerede olduğumu anlamaya çalışarak duvarları inceledim. Neredeyse iki kolumun açıklığından biraz büyük olduğunu fark ettiğim yerin, bir tarafı komple soğuk parmaklıklarla kaplıydı.
    Burası kahrolası bir hücreydi.
    Ellerimle kafamı sıkıştırdım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, hatırladığım son şey Aaron'ın beni kucağında taşıyıp oradan çıkardığıydı. Hayal görmüş olma olasılığım neydi? Birinin bizi, ben baygınken ayırmış olma ihtimali var mıydı? Aaron iyi miydi? Ben farkında olmadan mühür zedelenmiş ve beni bulmuş olabilirler miydi? Valais Kılıcını isteyen herhangi birinin tutsağı olabilirdim şu anda. Burada olduğumu bilen, kurtarılmayı umabileceğim biri var mıydı yoksa tek başıma mıydım?
    Su şehrinin kuyularına benzemeyen hücre, şehrimde bile olmayabileceğimi düşündürttü. Diğer şehirleri görmek istediğimi söylerken, bunu kastetmemiştim. Ne kadar boktan bir başlangıçtı bu böyle, muhtemelen de hazin bir son.
    Sinirlerimin gergin ipleri birden bir araya toplanmış ve olabildiğince gevşemişti. Güldüm. Histerim taş duvarlarda yankılandı. Artık hiçbir şeye şaşırmayan yanım bile başıma gelenlere hayret ederek bir köşede ileri geri sallanıyordu. Nasıl da büyük bir hayal kırıklığıydı ama? Bu kez nasıl yakalandığımı bile anımsamıyordum.   
    İçimdeki ufacık umut Hector'un yanındayken gizliden iş başındaydı. Birileri neyin peşinde olduğumu biliyordu o zaman ama şimdi Aaron'ın başına da çok kötü şeyler gelmiş olabilirdi.   
    Ölmüş olabilirdi.
    Hayır. Bu imkansız düşünceye kapılmam ile sıyrılmam bir oldu. Ona bir şey olmuş olamazdı. Ateş böceği her açıdan zorlu bir hedefti. Artık zihnine süzüldüğüm kişinin de o olduğunu bildiğimden, buna emindim. Tabii bu, şu anda zindanlarında beni hapseden insanlar hakkında ipucu veriyor da olabilirdi. Olmamasını umuyordum.
    Sırtımdaki karıncalanma, hayali bir kırbacın kıvılcımı gibi beynimde yankılandı. Hızla vücudumu kontrol ettim. Üzerimde bir tayt ve tunik olduğunu o zaman fark ettim. Rezil geceliği giymiyordum. Tüm yaralar, hepsi acı bir hayalden ibaretmiş gibi kaybolmuşlardı. Yaşadığım travma düşünüldüğünde hepsinin bir kabustan ibaret olduğunu düşünmek rahatlatıcı bile sayılırdı. Hector'un öldüğü gerçeği dışında. Böylece içine düştüğüm acınası çaresizlik hiç yaşanmamış olurdu. İrademi paramparça eden gerçek zayıflığımı kabullenmemiş olurdum. Ashley ölmemiş olurdu.
    Yine de hala bir tutsak olarak işkence görecekti ve bunu yaşamaktansa, ölmeyi yeğleyeceğini biliyordum. Ben dilemiştim. Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. Hepsi yaşanmıştı. Bitmişti de.
    Beni iyileştirip, üzerimi değiştiren kişinin Aaron olduğunu hayal ettim. Diğer türlüsü mantıksızdı ama bu olasılık daha da göz korkutucuydu çünkü beni götürdüğü yerde yakalandıysak, tek zarar gören Aaron olmayabilirdi. Muhtemelen Vayne, Tera hatta Max bile orada olmalıydı. Max'in orada olmamasını diledim.
    İki adımla turu tamamladığım hücredeki dönüşlerim başımı döndürmeye başladığında zaman kavramımın tamamen köreldiğini düşündüm. Kim bilir ne zamandır buradaydım? Sabah mıydı, akşam mı? Tünelden ayrılalı günler geçmiş miydi?
    Beklemek tam anlamıyla bir işkenceydi. Geride kalanlara ne olduğunu düşünerek ve beni nelerin beklediğini hayal ederek uzun bir süre daha geçti. Bekleyişin arafı soğuk hücreyi daha da buzdan bir hale getirdi.
    Duvarlar bana büyük bir şangırtı sesinin yankısını taşıdı önce. Onu ayak sesleri takip etti ve gitgide yaklaştılar. Birden fazla kişiye ait olan düzensiz adımların benim için geldiğini biliyordum. Gözüm korkuyordu ama belirsizliğim nihayet alacağı cevapları heyecanla beklemeye başlamıştı bile. Çok geçmeden ince bir ışık karanlığın içine süzüldü ve tam önümde durdu. Elimi henüz ışığa yabancı gözlerime siper ettim. Hücrenin kilidi açılırken o tarafa doğru bakmayı başarabildim. Ellerinde tuttukları gaz lambaları, iki altın renkli zırhtan yansıyan askerlerin yüzlerine ışık vurmuyordu. Tek seçebildiğim sert hatlarıydı ama onların kim olduğunu biliyordum ve artık nerede olduğumu da.
    Başkent askerleri...
    Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordum. Başkentte olmak mı yoksa beni yakalamak isteyen onca kişinin arasında, benim en son istediğim manyak Kraliçe'nin eline düşmem mi? Her şeyin bu kadar çabuk, henüz başlamadan sona yaklaşması sinir bozucuydu. Belki de haftalar önceki arayıcıları tercih etmeliydim.
   Koltuk altlarımdan beni yakalayıp sabitleyen askerlere zorluk çıkartmadım. Sonuç değişmezdi, başkentten çıkamazdım. Ancak hizmetçi olarak girebileceğimi düşündüğüm bu duvarlar konusunda yanılmıştım. Bir katil, vatan haini olarak da girebiliyordunuz.
    Ebedi yolculuğunuzdan hemen önce.
    Beni upuzun taştan koridora çıkarttıklarında da yürümeye devam ettim. Onlarca benzer hücrenin yanından geçerken hiçbirinin dolu olmadığı dikkatimi çekti. Sanırım cezalarda fazla çeşitlilik yoktu ve cellatlar yoğun çalışıyordu.
    Bir süre daha koridorda sürüklendikten sonra sesler duymaya başladım. En başta vızıltıyı andırıyorlardı ama gitgide uğultuya dönüştüler. Kalabalık bir uğultu. O an bu kadar insanın neden burada olduklarını kavradım. Bu bir mahkemeydi ve kalabalık tek bir neden için toplanmıştı. İnfaz kararım için.
    Aaron'ın dedikleri doğruysa Kraliçe beni infaza gönderemezdi ama eğer durum buysa neden bu kararı zayıflık olarak algılayabilecek onca insanı şahit olarak burada toplamıştı?
   Ne bekleyeceğimi bilmeden açıklığa çıkarıldım. Hepsi ayakta dikilen tahmin ettiğimden de kalabalık olan alan kocaman bir arenaya benziyordu. Yuvarlak alanın tam karşısında taht ve altına dizilmiş bir kürsü dolusu sandalye duruyordu. Kalanı ise seyirciler için kademe kademe olan büyük merdivenler gibi, ortasına yaklaştığım boş alanın çevresini sarıyordu.
Daha fazla taş, tavan dahil her yerden keskin bir halde sarkarken yüksek bir kubbe oluşturuyordu. Mağara denilebilecek yere güneş ışığının girebileceği bir açıklık yoktu. Duvarlar gaz lambaları ile sarılmış, sarı tonla loş bir aydınlanmaya sahipti sadece. Yüzler dışında her şey oldukça netti.
    Kalabalığın uğultusu beni gördüklerinde yuhalamalara dönüştü. Üstlerindeki kıyafetler, farklı bağları simgeleyen başkentli kıyafetleriydi ama neredeyse orada olmadığıma ikna olacaktım çünkü hayal ettiğimle alakası olmayan bir yerdeydim. Burası bir mahkeme ve infaz yeri olsa da kendi insanlarını yargılanmaları için buraya getirdiklerine bir an bile inanmamıştım. Belki de o durumda bunu manzara eşliğinde yapıyorlardı ama konu dışarıdan biri olduğunda ona layık görülen kader buydu. 

QUADRA GÜNLÜKLERİ SERİSİ I- Bağlar ve KüllerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin