YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

38 6 0
                                    

   Sonunda Hava Şehrinin sınırından geçtiğimizde neredeyse gece yarısıydı. Şenliğin ikinci günü de sona ermişti. Bu da bize beş günlük bir dokunulmazlık bırakıyordu.

   Sınırdan geçtiğimiz an değişen hava nefes alması çok daha kolay bir ferahlığa sahipti. Rüzgar ne sıcak ne de soğuk bir şekilde esiyordu. Burnuma gelen kokular çeşitliydi. Toprak şehri gibi doğadan notalarda barındırıyordu ama sadece bu değildi. Burada onlara denizin tuzlu esintisi de eşlik ediyordu. Hatta yeni pişmiş sıcak ekmek kokusu bile hayal edilemeyecek kadar keskin kokuyordu. Güzel her ne varsa diye düşündüm. Her şey havadaydı. Şehrin huzurlu buyur eden bir yanı vardı.

   Aaron ile konuştuktan sonra doğruca çadırıma gitmiş ve bir daha da çıkmamıştım. Bir önceki gecenin aksine hiç de huzurlu olmayan uykum, çok kısa sürmüştü ve gecenin geri kalanında da bir daha uğramamıştı. Şimdi düşününce gitgide bulanıklaşan sesler zihnime girdiğinde henüz yarı uyanık olmalıydım çünkü nerede olduğumu, uyuduğumu bir şekilde biliyordum. Gerisi ise koca bir hiçlikti. Kapkara bir boşluk.

   Sesler ayırt edilmesi güç bir halde birbirlerine karışmışlardı. Belki de yüzlercesi vardı ve bazıları çığlık atarlarken bazıları gülüşüyorlardı. Nefesimi bile susturup tamamen onlara kulak verdiğimde ancak birkaç kelimelerini seçebilmiştim. Onlarında hepsi aynı anlamı taşıyordu. Bazı sesler kibarca, bazıları öfkeli, bazıları ise korkarak yanlarına gelmemi söylüyorlardı. Kanyona atlamamı...

   Kendime geldiğimde kısa bir süre çadırdan çıkıp oraya gitmek için yakıcı bir istek duymuştum ama Aaron'ın sırtını dayadığı çıkışım bana engel olmuştu. Henüz kimseye bundan bahsetmemiştim ama Hava sınırına girene kadar o garip his uyanık olmama aldırmadan peşimden gelmişti. Gerçekten bir anlamı olabilir miydi? Tamamen hikayesinden etkilenmemden olabilirdi ya da suyu sarmış büyü bağdan dolayı beni etkilemiş de olabilirdi. Yine de diğerlerine bahsetmeliydim.

   Sınırdan hemen önceki kuytuda sürücüleri geçitten geçiren Aaron ve Kane döner dönmez yürümeye başlamıştık ve gerçekten uzun süre geçmesine rağmen sınırdaki askerler ve kaldıkları kulübeler hariç ne bir yerleşim yeri ne de insan görebilmiştik. Yirmi adımda bir olacak şekilde yerleştirilmiş, tepesinden ışık sarkan direkler bize yolu çiziyor, merkeze yönlendiriyordu ve çevreye bakıldığında ise dağdan başka bir şey yoktu. Taştan görüntü rahatsız etmeye başlamıştı bile. Okyanusun solumda fısıldadığını hissediyordum ama yakın bir mesafe de değildi. Burada yakın bir mesafe var mıydı?

   Kane en arkada bize yetişmek gibi bir derdi olmadan yavaş yavaş ilerliyordu. En önde Zayde, bu gece herhangi bir parti bulabilirse yetişmek istiyor gibi aceleciydi. Tera ile Max önümüzde sakin bir muhabbet içindeydiler. Onları izleyen biz ise bir yanımda Aaron, diğer yanımda Vayne olacak şekilde ilerliyorduk. Çaktırmadan Vayne'e bir bakış attığımda kaşlarının çatık kafasının eğik olduğunu gördüm. Evine gelen biri için fazla huzursuzdu ama artık hikayesini bildiğimden ona hak veriyordum tabii. Elinde olsa asla gelmek istemeyeceği tek yerin evi olması insanın içinde koca bir boşluk açardı. Hiç küçülmeyen, bulaşıcı bir boşluk.

   Yürüdüğümüz yolun son dönüşünü de yaptıktan sonra karşlaştığım manzara tüm düşüncelerimi unutturdu. Uzun ince yolu aydınlatan direkler, dümdüz olacak şekilde arka arkaya dizilmişlerdi ve bu zamana dek gördüğüm en uzun binalara kadar eşlik ediyorlardı. Bittikleri yerde ise gece değilmişçesine bir aydınlık vardı.

   Yaklaşıkça gözlerimi kamaştıran ışık her yerdeydi. Evleri, sokakları sarmalıyor her köşeyi aydınlatıyordu. Aralarındaki en yüksek binanın katlarını saymaya çalıştım ama belki de yüzü bulurdu. En üstleri bulutlarla aynı hizadaydı. Geriye kalan sadelik ise bana Su Şehrini anımsattı. Oranın çok daha düzenli ve temiz haliydi. Bakımlı ve aydınlık.

QUADRA GÜNLÜKLERİ SERİSİ I- Bağlar ve KüllerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin