Kış ayının rüzgarı her zaman serttir. Kar soğuğunu iliklerinize kadar hissettirir size, uçuşan kar tanelerini çarpar yüzünüze. Küçüktür o taneler, ama çarptıkça canınızı yakar. Tıpkı insanın biriken dertleri gibi.
Ama bugün, Gedelli'ye hakim olan tatlı, hafif bir esinti vardı havada. Kar taneleri usulca gökyüzünden süzülüyor, bir kartpostal görüntüsüne sebebiyet veriyordu. Belki de kar yağmaya başladığından beri Gedelli'de görülen en sıcak gündü bugün. Zaten yeterince acı dolu olan kasaba halkını bir günlüğüne de olsa üşütmemek ister gibiydi. Ama ertesi gün yine estirecekti soğuk rüzgarını... Çünkü burası Gedelli'ydi. Gönül Dağı'nın eviydi. Burada rüzgar hiç bitmezdi.
Ufak adımlar, önceki ayakların bastığı karlar üzerine tekrar birikmiş karları ezip geçti. Batmak üzere olan güneşin yaydığı turuncu, huzur veren ışıklar; mezarlığın ağaçlarının arasından süzülüyordu. Güneşi arkasına alarak yürüdü genç adam. Adımları öylesine yavaştı ki, sanki kabir alemindeki insanları huzurlu uykularında rahatsız etmek istemez gibiydi.
Sıra sıra geçti mermer taşları. Kimilerinin toprağının üstünde karların içinden çıkmış fidanlar, çiçekler vardı; kimi tamamen beyaza bürünmüştü. İsimler tam görünmese de bir-iki kar silkeleyip okunurdu belki. Ama iki yanındaki mezarları geçen adam, hiçbirine bakmaya tenezzül bile etmedi. Onun aradığı mezarlar daha ilerideydi. Farklılardı çünkü diğerlerinden.
Nihayet, önce sağ ayağı durdu; sonra onun yanına yavaşça koyduğu sol ayağı. Esinti saçlarını hafifçe uçuştururken, başını kaldırdı Veysel. Mavi, cansız gözleri; önündeki toprak birikintileriyle buluştu.
Aralarında bir metreden fazla olmayan, başlarına çakılmış birer tahtada yazıların yazdığı, toprak birikintileri... Birinin üstü karla kaplanmıştı, diğerinin üstünde hafif bir kar tabakası vardı. Daha bu sabah gömülmüştü çünkü cenaze.
Henüz diğerleri gibi mermer döşenmemişti kenarlarına; daha altı ay geçecekti üzerinden, toprağın çökmesi beklenecekti... Dudağının kenarını acı bir tebessüm çekiştirdi Veysel'in. Sanki mermer gizleyecekti içlerinde yatanları; insanoğlunun tesellileri ne de acizdi. Her şeyi gibi...
Bir eliyle sırtındaki siyah ceketi çekip biraz daha oturttu omuzlarına, diğer eli sımsıkı kavramıştı bir ajandayı. Yeniden başını kaldırdı, iki toprak yığınına da baktı yeniden. Ardından, dudakları aralandı.
"Ben geldim..."
Hafifçe güldü birkaç saniye sonra. "Daha gelmedim aslında. Ama geleceğim, merak etmeyin... Az kaldı. Çok az kaldı."
Önce sağındaki mezara döndü. Tahtaya yazılan isim açıkça okunuyordu: Cemile Kaya.
"Cemile'm..." Dudakları titredi, hızla birbirine bastırdı onları. Hayır, hayır, ağlamayacaktı; niye ağlıyordu? Ağlamak dünyaya aitti. Ağlamamalıydı.
"Çok özledin mi beni?" dedi, hafif çekingendi sesi. Sanki Cemile'yi bırakıp giden oydu. "Ben seni özledim... Çok desem, az kalır be Cemile'm. Sen yanımdayken de özlüyordum ben seni, gözlerine bakamadığım her anda... Şimdi sen düşünsene içimdeki özlemi. Ayrı dünyalardayız..." Elini uzattı mezara doğru. "Buradasın, ama değilsin sanki. Çok garip." Burnunu çekti, üşütmüştü. Ya da bahanesi buydu. Gözleri de kızarmıştı çünkü. "Çok garip değil mi Cemile'm?" diyerek güldü, gözleri dolmasın diye onları sımsıkı yumarken.
Gelirken söz vermişti halbuki kendine. 'Yeterince ağlamadın mı Veysel?'
"Bebemiz nasıl?" diye mırıldandı, tekrar gözlerini aralarken. Zorla engel olmuştu sesinin titremesine. "O da yanında de'mi? Ana-kız uyuyorsunuzdur beraber..." Sevgi dolu bir tebessüm yerleşti dudaklarına. "Analık çok yakışmıştır sana..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kaybedilmiş Bir Oyun • VeyKen (Gönül Dağı)
FanfictionGenel cerrahi bölümünün hocası Veysel Kaya ve yeni cerrahi bölümü başkanı Kenan Acar... Düşmanlıktan arkadaşlığa; Dostluktan kardeşliğe dönen bir hikaye 💫 Kaportacı Veysel'i Doktor Veysel olarak okumaya hazır mısınız?