Dakikaların hayatımızda anlamı olmadığı çok zamana şahit olmuştuk. Hatta bazen belirli saate ulaşmak için o dakikaları bile harcamıştık. Zamanı öldürmek denen şeyi tam anlamıyla yapmış, dakikaları bize kırgın bırakmıştık. Hepimiz.
Şimdi kırgın dakikalar Kürşat'tan intikam alıyor gibi görünüyordu. Dedikleri tek şey; "Zamanında saate ulaşmak için öldürdüğün bize nasıl da muhtaçsın." oluyordu. Haklılardı. O dakikalar teker teker geçtikçe Sude ölüme bir adım daha yaklaşıyordu.
Kalbini daha önceden hisleri olmadığı için hissedemeyen adam şimdi bedenine fazla yüklenen korku ve endişe yüzünden kalbini hissedemiyordu. Mavileri solmuştu. Önceden öfkeli baksa da huzur veren mavileri şimdi bulanmış okyanus gibiydi.
Bankta uyuya kaldığı birkaç dakikalık sürede Ekin'in ruhunun uykuyla uyanıklık arasında ona; "Benim suçum yoktu." diye yalvarmasının üzerine yerinden sıçrayıp eliyle yüzünü sıvazlamıştı. Kendini toparlaması gerekiyordu ama yapamıyordu. Neden bu kadar ağır geliyordu? Sude'nin ölmesi neyi fark ettirecekti?
Zamanında kardeşi ölmüştü. O buna alışkındı.
Ama o zaman hissettiği hislerin daha fazlasını hissediyor gibiydi. Kalbi daha çok acıyordu, ruhu bedeninde daha çok can çekişiyordu ve beyni kalbini sıkıştırıyordu. Bu hislerin Sude'de daha fazlasını yaşamasını kaldıramıyordu. Onun içeride yatmasını da.
Uyandıktan sonra olacakları da düşünmek istemiyordu. Emin değildi, Sude'ye ne iyi gelir bilmiyordu. Gitmeli miydi? Bir kere gözleri açık görse Kürşat'a bir süre yeterli olacak gibiydi. Kalırsa? Neşeli halini daha çok gördüğü kadının yıkılmasına dayanabilecek miydi?
"Kahrolası hayat." diye homurdanmadan yapamadı. Hepsini biriktirip bir anda hayatlarının ortasına bırakmıştı. Konağa olacak olanlar, şirketin başına gelenler, Sude'nin başına gelenler, Ekin'in ölümü... Kaderleri bunların hepsini zaman dilimine dağıtmak yerine bir anda nükleer patlama yaratmak için hayatlarına fırlatmıştı. Başarılı olmuştu ama kazanamayacaktı. En azından Kürşat'a göre.
Kuzey'in ağır adımları hastanenin zemininde hafif yankı yapmıştı. Kürşat eğdiği boynunu kaldırmadan gözünün ucuyla bakıp tekrar beyaz taşlarla bakışmaya başladı. "Ağabey... Adamlar Salih'i yurt dışına kaçacakken bulmuş."
Memnun bir gülümseme yüzünde belirdiğinde başına giren ağrıyla yüzünü buruşturmak zorunda kalmıştı. Beyni fısıldadı; "O kadın orada ölürken sen gülüyor musun?"
"Tek bir parçasını bile bırakmadığınızı düşünüyorum."
Kuzey başını yukarı aşağı sallayıp onayladı. "Babamın daha önceden ortaklık yaptığı bir adam vardı, hatırlıyor musun? Timuçin. Onun sayesinde bulduk."
Kürşat şaşkınlıkla başını kaldırıp kardeşine baktı. "Timuçin mi? Onun kulağına nasıl gitmiş?"
"Şirketin battığını duymayan kalmamış ki." deyip sesli bir şekilde soluduktan sonra ağabeyinin yanına oturup ellerini bacaklarının arasına sıkıştırdı. "Her şeyin üst üste gelmesi tesadüf mü kaderin oyunu mu bilmiyorum. Bazen... Sude'ye olanlar... Bizim yüzümüzden ya. Hayatın bizi cezalandırdığını düşünüyorum. Onun kaderi belki de böyle değildi."
Kürşat neşeden uzak bir şekilde güldü. İçinde haykırarak bağıran ama dışarı bir türlü sesini ulaştıramayan iç sesi aynı şeyleri defalarca söylüyordu. Kardeşinin dışarıdan söylemesi içine ufak da olsa su serpse de hala yangın devam ediyordu.
"Bize açık arttırma yolları görünecek, desene." diye homurdanan Kürşat'a başını salladı Kuzey. "Ve bütün birikimi şirketin açığını kapatmak için kullandık." diye devam etti Kuzey.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Köylü Kızı ve Konmaz
Romance"Biliyordun." diye mırıldandım. Pürüzlü boğazımı temizleyip kurumuş dudaklarımı ıslattığımda fark bile etmediğim gözümde biriken yaş kendini aşağı bırakmıştı. "Hepsini biliyordun." Çenesinin kasıldığını görmüştüm. Silahı tuttuğu eli sıkılaştığında...