Bölüm 22

2 1 0
                                    

Merkezi Yönetim tarafından dağıtımı yasaklanan ancak Egonya içerisindeki ayrılıkçı güçlerin sesi olarak bilinen "Karanlıktan Aydınlığa" adlı gazetede "Manohitra" takma adı ile köşe yazıları yazan yazardan alınan bir makale.

Ülkemiz her geçen gün daha çok tüketen ve daha az üreten bir toplum haline gelmiş durumda. Yavaş yavaş alıştığımız bu durumdan kaynaklı oluşan büyük balon, yakın zamanda hiç beklemediğimiz şekilde patlayarak bizi mahvedecek.

Takvimler 2024 yılını gösterdiğinde, zaten iç karışıklık nedeni ile yerinden kalkamaz hale gelen ülke, hızlı bir yapılanma amacı ile dış dünyaya açılarak ihtiyacı olan tüm desteği dış ülkelerden karşılama yoluna gitti. "İlk Gün Kararları" sonucunda, satılan şehirler sayesinde sıfırlanan dış borcumuz, ülkeyi yeni baştan kurmak için dışarıdan alınan destekler ile yeniden kabarmaya başlıyordu.

Merkezi yönetimin aldığı kararlar her ne kadar ülkenin tamamına yakınını dış ülkelere kapatmış olsa da üzerinden neredeyse yirmi beş yıl geçtikten sonra fark edebiliyoruz ki bu kapanış maalesef tek taraflı olmuş.

Eski Egonyanın izlerini üzerimizden silmeye çalıştığımız 2030lu yıllarda, tarım ve hayvancılık alanında kendi kendimize yeten bir ülke olmak ile övünen bir ülke iken şu anda neredeyse kullandığımız tüm tarım ürünlerinde dışa bağımlı durumdayız. Ayrıca devamlı olarak televizyonlarda bize verilen alt mesajlar sayesinde büyük bir tüketim çılgınlığına girişmiş, gelecekte başımıza gelebilecekleri hiç ama hiç düşünmeden ihtiyacımız olmayan şeyleri çılgınlar gibi satın alır hale gelmiş durumdayız.

2030 yılında sahibi olduğumuz ekilebilir alanımız 2045 yılı itibari ile yüzde elli oranında azalırken, nüfusumuz neredeyse yüzde yirmi beş oranında artmış durumda. Senelerdir uygulamaya geçiremediğimiz tarım politikaları nedeniyle üretilen sebze, meyve ve tahıl fiyatlarında her yıl akıl almaz değişiklikler olmakta. Planlamanın düzgün olarak yapılabildiği ülkelere baktığımızda yıllık tabanda gıda fiyatlarında oluşabilecek değişimler yüzde on, hatta beklenmeyen hava koşullarını da işin içerisine katarsak yüzde elli olarak gerçekleşirken, ülkemizdeki bu değişimler yıllık tabanda eksi ve artı yönde olmak üzere yüzde beş binleri bulabilmekte.

Örnek olarak vermemiz gerekirse 2043 yılında üretilen patates o kadar fazlaydı ki üretici patatesin tonunu 100 para-krediden satmak zorunda kalmış, yönetim tarafından devamlı olarak patates tüketimi teşvik edilerek stoklar eritilmeye çalışılmıştı. Ancak 2044 yılına geldiğimizde geçen yılın rezaletini yaşayan çiftçi patates üretmekten vazgeçmiş, bu defa da tonu üreticide 3000 para-krediye kadar yükselen taze patates, iç dengeleri bozmamak amacı ile ülke çapında yasaklanmış, sabit fiyat politikası ile patates satın almak isteyen halka ise ya bir önceki yıldan kalan ve depolarda çürümeye yüz tutan patatesler dağıtılmış ya da ayrıcalıklı olan kimselere yurtdışından ithal olarak getirilen patatesler satılmıştı.

2043 ve 2044 yıllarında patates üzerinden anlattığım bu ve bunun gibi dengesizlikleri yaşasak da senelerdir ülkemizde üretilen patates miktarı iç ihtiyacı karşılamakta çok fazla zorlanmakta. Anlaşılacağı üzere zaten bu dengesizlikleri yaşamasak dahi yıllardır dışarıdan patates ve patates gibi diğer tüm tarımsal ürünleri ithal etmek zorunda kalıyoruz.

Konuyu sadece tarım ile sınırlamamak gerekiyor ki aynı şekilde iç ihtiyacımızı karşılamak için canlı hayvan, giyim ve ileri teknoloji ürünlerini de uzun zamandır ithal etmekteyiz.

İşin en acı tarafı ise ülkemizde kendi halkımız tarafından, kendi hammaddelerimizle ürettiğimiz ürünleri yabancı markalar üzerinden satın almak zorunda bırakıldığımızdan, elini sıcak sudan soğuk suya vurmayan yabancılara kendi malımız için isim hakkı ödemek zorunda bırakılıyoruz.

Sistemi dengelemeye çalışan ve sıfır enflasyon politikası ile düzeni devam ettirmeye çalışan merkezi yönetimin ise arada oluşan ve tamamen yabancı ülkelere giden bu maddi farkı ise yabancılar için daha çok çalışarak ve daha çok hayatlarımızdan taviz vererek ödüyoruz.

Dünyanın süper gücü olarak nitelendirilen Gronya'da bir işçinin ortalama çalışma süresi haftada kırk saat iken, ülkemizde bu süre ortalama yetmiş beş saate ulaşmış durumda. Ayrıca güvenli çalışma koşullarından hiçbir şekilde taviz vermeyen Gronya'lı firmalar, ülkemizde kurdukları üretim tesislerinde üretim maliyetlerinin artabileceğini endişe ederek güvenlik kurallarını tamamen göz ardı etmiş durumdalar. Kendi ülkelerinde çalıştırdıkları insanların bir saç teline zarar gelmesin diye dikkat eden, hayatını kaybeden her işçinin ardından günlerce iş durduran ve yas tutan bu firmalar, ülkemizde yaşanan toplu iş katliamlarına kulaklarını tıkıyor, daha fazla üretebilmek için kaybedilen canları hiç mi hiç umursamıyorlar.

Şimdi ben buradan cevabını alamayacağımı bile bile sormak istiyorum! Evimin kapısından çıktığım anda gittiğim yabancı bir firmaya ait olan ve yüzde yüz Egonya malı olduğundan emin olduğum yabancı isimli yemeğimi yedikten sonra, yüzde yüz Egonya malı olduğunu bilmeme rağmen tamamen yabancı firmaların elinden bana ulaşan pantolonu ya da giydikten sonra, tamamen yabancıların ürettiği bir araca bindikten ve tamamen yabancıların ürettiği bir televizyonu izledikten sonra, karşılığında ben bu yabancılara ne veriyorum?

Tamamen dışa kapalı olduğu söylenen bir ülkenin dış kaynaklı markalar ile bu kadar içli dışlı olması normal midir? Piyasada bu kadar yabancı marka varken neden biz hala kendi yerli markamızı üretemiyoruz? Ya da o sözde hiç bağlantımız olmayan yabancı ülkelerde neden bize ait bir marka yer alamıyor?

Kullandığımız ürünlerdeki düşen kaliteyi ve tamamı yabancıların eline geçen tüketim piyasasını gördükçe, bundan otuz yıl önce yapılan hataların göz göre göre yeniden tekrarlandığını fark ediyor ve kahroluyorum.

Zorla içine sokulduğumuz bu tüketim çılgınlığı rüyasından bir an önce uyanmak ve kendi ayaklarımız üzerinde durmak zorundayız. Eğer çok kısa bir süre içerisinde bu rüyadan uyanamaz isek "Son Günden" daha büyük acılarla dolu bir kargaşa ortamı ile karşı karşıya kalacağız.


KAYIP DEVRİMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin