2014 yılının eylül ayında wattpadde yazılmaya başlanmış ve tamamlandıktan bir süre sonra postiga yayınlarından kitap olarak basıldığı için wattpadden kaldırdığım kurgum Önyargı'nın yeniden yazılmış halidir. Ancak bölümleri yeniden yazdığım için karakterler ve olay akışı farklı gelismektedir. Yani kurgunun ana hatlarına sadık kalsam da eski okuyucuların eski haliyle kiyaslamadan okumalarını tavsiye ediyorum. bol bol yorum yapmayı ve yıldıza dokunmayı unutmayın lutfen. Fikirleriniz benim için çok degerli. Keyifli okumalar diliyorum. :)
1315 İngiltere, İskoçya Sınırı
Ağustos güneşinin insanın içini ısıttığı bir öğleden sonraydı. Elizabeth eteğini toplayıp bacaklarının arasına sıkıştırmış, büyük bir ciddiyetle avluyu süpürüyordu. Aslında çoktan bu işi bitirmiş olması gerekiyordu. Ancak yaşadıkları küçük, harabe haldeki kalenin yatalak kâhyasıyla ilgilenmek her geçen gün biraz daha vaktini alıyordu.
Bir süre önce kızı sınırda eşkıyalar tarafından kaçırıldıktan sonra adam üzüntüsünden yatağa düşmüş, bir daha da doğrulamamıştı. Zamanla da vücudunda yaralar çıkmaya başlamıştı. Adamın durumu aklına her geldiğinde yaptığı gibi yine iç geçirdi Elizabeth. Esasen yaşadığı köyde her geçen gün hepsinin durumu daha kötü bir hal alıyordu. Ormandan çeşitli şifalı otlar toplayarak merhem hazırlamıştı. Aslanpençesi, sarı kantaron, altın başak... Bunlar işe yaramadığındaysa sülük yapıştırmıştı. Yine de hastanın acılarını dindirmeyi başaramıyordu. Köyün eski şifacısı aynı zamanda Elizabeth'in sütannesiydi ve şimdi hasta yatan kâhyanın da ölen karısıydı. Genç kız bildiği her şeyi bu kadından öğrenmişti. Kendi annesi ise henüz o bebekken ölmüştü. Köyün tek şifacısı olan Maria, Elizabeth'in yeteneğini, şifacılığa olan ilgisini fark ettiğinde ona tüm bildiklerini öğreterek eğitmek istemişti. Öğrencisi yetenekliydi, dikkatliydi fakat kadının ansızın ölümü yüzünden eğitimi yarıda kalmıştı. Yerini alacak bir şifacı da bulunmadığı için bir yıldır her doğuma ve hastalığa Elizabeth gidip insanlarına yardımcı olmaya çalışıyordu.
Ev işleri için köyden iki kadın gündüzleri geliyordu. Biri mutfakta yemek yaparken diğeriyse ortalığı temizleyip çamaşır yıkıyor, eskiyen giysileri tamir ediyordu. Fakat kadınlardan biri bir süre önce hamile kalmıştı, diğeriyse mutfakta yeteneklerini eskisi kadar gösteremeyeceği kadar yaşlanmıştı.
Alnından süzülen bir damla teri elinin tersiyle sildi. Sabah sıkıca topladığı kumral saçları dağılmıştı. Bir tutamı sıkıntıyla kulağının arkasına sıkıştırdı. Şimdilerde güneşten esmerleşen, bir zamanlar ise süt beyazı olan teni terden ıslanmıştı. Güzel, zarif boynunda bebekliğinden beri çıkarmadığı annesinin altın madalyonu vardı. Bu madalyon Elizabeth Anna Barnes'ın sahip olduğu en kıymetli eşyaydı ve uzun zinciri sayesinde elbisesinin altında, göğüslerinin arasında duruyordu. Tahmin edildiği gibi Elizabeth oldukça sağlıklı, orta boylu, güzel kıvrımlara sahip bir İngiliz kızıydı. Onu yaşıtı diğer kızlardan ayıran şeyler ise; yosun yeşili çekik gözleri, uzun biçimli kirpikleri ve olgun birer meyveyi andıran dolgun dudaklarıydı. Kalçasına kadar uzanan parlak dalgalı gür saçları, keskin zekâsı, neşeli mizacı ve en önemlisi taşıdığı asil kan onu babasının hayatı boyunca topraklarından çıkarmayacak kadar gözlerden uzakta büyütmesine sebep olan özellikleriydi. Lizzy Barnes, eski bir şövalyenin eğitimiyle şahsen ilgilendiği tek kızıydı.
Babası Sir David Barnes; altmış yaşını geçmiş ve gençliğinde yaklaşık yirmi yıl hizmetinde kaldığı İngiliz Kont tarafından şövalyelik unvanını almış, kendi halinde bir toprak beyiydi. İngiltere'deki bu sınır köyü, savaşlardaki üstün başarısı ve lorduna sadık hizmetleri nedeniyle Kont'un ona hediyesiydi. Kırk yaşından sonra artık İskoçlarla ardı kesilmeyen savaşlarda boy gösteremeyecek kadar yaşlandığında ve onu ölümden döndürüp bir kolunu sakat bırakan bir yara aldığında kontun emriyle bu köye yerleşmişti. Hemen ardından da köyün en güzel kızı olan Anna ile evlenmişti. Önce oğulları Aidan dünyaya gelmişti. Sonrasında gerçekleştirdiği iki ölü doğumun ardından Anna, Elizabeth'i doğururken ölmüştü. Bu trajik olayın ardından kendisini çocuklarına adayan David bir daha evlenmemiş, sadece iyi bir toprak sahibi ve baba olmak için çabalamıştı. Ama İskoçlarla sürekli savaş halinde olan İngiltere'de bu küçük sınır köyünün toprakları gün geçtikçe verimsizleşiyordu. Kont'a vergilerini ödedikten sonra ellerinde kalanla zor yaşıyorlardı. Üstelik sürekli baskın ve yağmalarla taciz ediliyorlardı. Hayvanları kaçırılıyor, kadınları kayboluyordu. Ömrünün son yıllarını köyden çıkmadan geçiren David artık on ailenin ancak yaşadığı yerde insanlarının gözlerindeki korkuyu ve yoksulluğun beraberinde getirdiği yorgunluğu silemiyordu. Eli kılıç tutan, kendisini yeterince savunabilen gençler de burayı terk ediyordu. Kont'un verdiği topraklar böyle güvensiz ve verimsiz, köylüler de tembel olunca rahat içinde yaşamaları mümkün değildi. Artık David'in tek umudu, onun yerine önce Kont'un, sonra da kont öldüğünde babasının unvanını alarak yerine geçen John Corning'in hizmetine giren Aidan'dı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İskoçya'nın Esiri (Tamamlandı)
HistoryczneOn dokuz yaşında, hayatı yalanlarla süslü, güzel, zeki ve cesur bir genç kız. Ettiği intikam yemininin esiri, etrafına korku salan, güçlü ve sevgisiz bir adam. Birbirinden tamamen farklı bu iki insanın yolu bir intikam planı sonucu kesişiyor. Yanlış...