6. Bölüm Part-1

20.7K 877 12
                                    

Kerem çalıştığı kafenin tezgahına telefonu sertçe bıraktı ve ellerini dayadı. Duydukları öfkeden delirmesine sebep olmak üzereydi.

Burçin, Yekta'yı tecavüze uğramak üzereyken zorla kurtardığını anlatırken, ağzından çıkmak için uğraşan küfürleri ve bağırmaları tuttu. Tezgahı elinin altında sıktı ve gözlerini hazırladığı çay ve tatlı tepsisine dikti. Nefes almakta güçlük çekiyordu sanki.

“Kerem?”

Kafenin sahibi Maria ona seslendiğinde, başını çevirdi ama kadına bakmıyordu.

“Kerem. Are you okay?”

Genç çocuk başını kaldırıp ona baktı. İyi olup olmadığını soruyordu. Buna nasıl cevap verebilirdi? Maria'nın tonton bedeni ya da şu asil kahverengi gözleri sıkıntıyı ne kadar yaşamış olabilirdi ki? O burada İngiltere'de hayatına devam ederken, Yekta'nın çektiği sıkıntıyı kendi biliyordu.

Ailesinden kilometrelerce uzaktayken, sevdiği insanların hayatında dışta kalmaktan bunalmıştı. Her şey çok güzeldi, ama..

Düşünemiyordu. Yaşadığı şok ve öfke beynini resmen durdurmuştu. Mantıklı denebilecek cümleler bulamıyordu.

Yavaşça doğrulup patronuna baktı. Maria onu her zaman sevmişti, çünkü Kerem insanlara karşı hep saygılı ve sevgili davranmıştı. Kalbinde hiçbir kötülük yoktu ki bunu herkes iyi bilirdi.

“Gidebilir miyim?”

Bunu öylesine acılı bir şekilde söylemişti ki, Maria ilk kez neden olduğunu ya da ertesi güne erkenden dükkanda olması gerektiğini ne sordu ne de söyledi. Sadece başını salladı.

Kerem dudaklarını sıktı ve bir an duraklayıp belindeki önlüğü hızla çıkarıp tezgaha bıraktı. Çantasını ve montunu alıp kendini dükkandan dışarıya attı. Hızlıca yürüyor, duyduklarını tekrar düşünüyor ve öfke beynini sarıp sarmalıyordu.

“Yekta sana Gökhan'dan bahsetti mi bilmiyorum, ama.. Dün gece ona saldırmış.”

“Ne demek saldırmış?!” derken nefessiz kalmıştı. “Yekta'ya bir şey oldu mu?!”

“Hayır, iyi, aslında değil. Yani sakin ol, bir şey yapamadı yetiştik.”

Uzun bacakları yer yer birikmiş buz parçacıklarının üzerinden itinayla geçerken, başı da yerdeydi. Bal rengi gözleri, durdurulamaz bir ifadeyle sertleşmişti.

Gündüz sıcaklığının altı derece olduğu havaya rağmen montunu giymiyordu. Yaşadığı kızgınlık, yüzünü kızartmış, bedenini ateşlere sarmıştı. O p.çi yakalayıp, gebertmek istiyordu! Var gücüyle suratını yumruklayıp, burnunu kırmak istiyordu!

Ne demekti Yekta'ya saldırdı? Ne demekti onun saçının bir teline bile izinsiz dokunmaya tenezzül etmek?!

Dünya'nın bir ucunda bile olsa Yekta'ya zarar gelmesine katlanamazdı. Yekta onun çocukluğunun saflığıydı ve güzeller güzeline küçücük bir zarar, kendi geçmişine verilmiş gibi olurdu.

Evin önüne geldiğini fark ettiğinde durdu ve başını kaldırıp on yıldır evi olan yere baktı. İki katlı küçük evlerinin üst katında Robert'la yanyana odaları duruyordu. Alt katta Victoria Hala'nın yaptığı nefis yemekleri yemişti. Daha fazlası için kendini zorladı, ama gelmiyordu. Çünkü tüm anısı sanki bu evin içinde geçmişti. Okullarında, sokaklarda, kafelerde çok zaman geçirmişti, güzel vakitleri olmuştu, ama sadece bu eve baktığında kendini misafir olarak hissetmiyordu. Tabii tam gibi de hissetmiyordu, eksik şeyler vardı.

Derin bir nefes alıp eve girdi. Victoria Hala mutfakta nefis tartlarından birini yapıyordu. Robert'ta yeni uyanmış, mısır gevreğine süt ekliyordu. Görünüşe göre hala uykusu vardı, ama annesinin çenesinden kaçamamıştı.

Buna gülümsedi.

Onları seviyordu. Gerçekten bir aile gibi seviyordu, ama yaşı ilerledikçe içinde büyüyen o boşluğa engel olamıyordu. Aitlik hissini yaşayamadığında erkeklik gururu inciniyordu.

Victoria Hala dönüp ona baktı.

“Kerem? İşten erken mi çıktın?”

Robert kızarmış yeşil gözlerle süzdü ve sırıtıp göz kırptı. Robert'a da çok bağlanmıştı işte.

“Hayır, ama çıkmam gerekti.”

Victoria Hala'nın mavi gözleri endişeyle büyüdü.

“Hasta mısın? Tatlım, çık odana ben sana sıcak bir çorba getireceğim.”

Ah, yaşlı cadaloz,  diye düşündü. Her ne olursa olsun tertemiz bir kalbi vardı. Onu bir gün olsun Robert'tan ayırmamıştı. Kerem'in de anlayamadı şey buydu aslında.

Çok huysuz bir kadındı. Gelenek ve göreneklere bağlı olmak bazen hayatı zorlaştırırdı ve Victoria Hala bunun farkında değildi. Kerem bu konuda onunla savaşamayacak kadar, ona saygı duyuyordu. Kendisi, uzaktan yiğeni olan Mert'in bir arkadaşının çocuğuydu, ama kadın onu hiç yabancı olarak görmemişti.

Belki de yaşadıkları o kötü olaylardan ve Kerem'in gurbete gidecek olmasından etkilenmişti. Ne de olsa onun da bir oğlu vardı ve Robert babasını bir trafik kazasında kaybetmişti. Tabii o zamanlar yaşı küçük olduğu için pek bir şey hatırlamıyordu, ama bazen ciddi konulara girdiklerinde, babasını tanımayı çok istediğini söylüyordu. Aklına Robert'ın cümlesi geldi.

“Uzakta da olsa bir baban var kuzen. Burada kalmak zorunda bile olsan, yanına gelemese de, onu arayıp sesini duyabilirsin. Ama ben bir hayaletle konuşuyorum çoğu zaman. Asıl acı olanıysa, cevap gelmemesi..”

O halde bu kadarı yeterdi değil mi? Uzaklığın da bir sınırı olmalıydı. Belki mesafeler ve yollar engel teşkil etmezdi sevgiye, ama sonsuz bir özlem insanı yıpratırdı. Hele de Yekta'nın canı yanarken...

Kan hızla beynine pompalandı. Avuçlarının içi intikam hissiyle kaşınıyordu.

“Hasta değilim Hala. Ben...” diyerek duraksadı ve kadının gözlerinin içine baktı. “Türkiye'ye dönmeliyim.”

“Ne?” Ellerini bezle kuruladı ve kaşlarını çatıp bağırdı. “Hayır! Buna izin veremem!”

Tabii ki vermeyecekti.

“Üzgünüm ama müsade aldığımı sanmıyorum.”

Bu kelimeler kadını yaralamıştı. Mavi gözleri durgunlaştı. Kerem hemen toparladı.

“Gerçekten Hala, gitmem gerekiyor.”

“Bizden sıkıldın öyle mi kuzen?” diyen Robert'a döndü. Yeşil gözleri acı ve şaşkınlıkla bakıyordu.

Kerem onun gözerine odaklandı ve hafifçe başını sağa sola salladı. Gidişini neden kendi üstlerine alıyorlardı anlayamıyordu. Orada başka bir hayatı vardı. On yıl önce terk etmek zorunda kalmış olsa da, evini ve odasını hayal meyal hatırlasa da, orada bir hayata sahipti.

Lanet olsun, orada bir anne ve babaya sahipti.

Babasının sert ama şefkatli, annesinin ise saf ve duygulu yapısını özlemişti. Yekta'nın güzel örgülü saçlarını ve yeşil gözlerini özlemişti. Eda Teyze'sinin çocukca hallerini, Mert Amca'sının hayata karşı eğlenceli bakışını özlemişti.

Ne yaparsa yapsın, kendini buraya tam anlamıyla ait hissedemiyordu. Eksik bir şeyler vardı ve bunu artık ailesinin yanında tamamlamak istiyordu.

“Sizden sıkılmadım Robert. Sizi seviyorum, bu evi seviyorum. Ama orada da bir ailem var. İnan bana onları gerçekten çok özledim. On yıldır Türkiye'den uzaktayım. Üstelik orada bana ihtiyaç var.”

Robert bir süre onun yüzünü inceledi ve anladığını gösterircesine başını aşağıya ve yukarıya salladı.

“Kerem, oğlum. Gitmemelisin. Seni orada bekleyenlerin olduğunu unutuyorsun.”

Kerem sırt çantasını ve montunu yere bırakıp halasına doğru yaklaştı. Bal rengi gözlerini aşağıya indirip, yıllarca ona analık babalık yapan kadının ellerini tuttu.

“Hakkını ödeyemem.” dedi Türkçe. Ne anlama geldiğini üçü de biliyordu. “Sana minnettarım.” deyip ellerini öptü ve yanaklarına sürüp başını kaldırdı.

“Ama gitmem gerek, çünkü haklısın hala, beni orada bekleyenler var..”

&&&

Üç gündür yaptığım şeyler sabitti. Okula gitmiyordum, yemekler harici aşağıya inmiyordum ve annemin ısrarlarına rağmen ne olduğunu söylemiyordum.

Sadece canım sıkkındı işte, bu kadar zorlamanın alemi neydi?! Yalnız kalıp düşünmeye ihtiyacım olamaz mıydı?! Hayır, sevgi olduğunda ilgi de arkasından gelirdi öyle ya..

Bu cümleyi kurup düşündüğümde, kalbim acıyla kıvrandı. Kerem'e dönmemiştim, dönememiştim, ama bir kez olsun beni tekrar aramamıştı. Bir kez daha zorlayıp nasıl olduğumu sormamıştı. Bir kez de olsa peşimde dolanmamıştı.

Lanet olası İngiltere ona yetiyordu herhalde! Ya da şu sevgilisi!

Elimdeki çatalı adeta masaya fırlattım. Düşüncelerim çok haşindi ve bedenimi sarsıyorlardı.

“Yekta kızım, iyi misin?”

Dönüp anne ve babama baktım. İkisi de endişeli bir halde bana bakıyordu. Çatalı o şekilde fırlatmam büyük hata olmuştu, çünkü şimdi öncekinden daha fazla üzerime geleceklerdi.

Sıkıntı ve bıkkınlıkla içimi çektim.

“Kızım canın neye sıkılıyor, bize neden anlatmıyorsun?” diyen babamın benimkiyle aynı renkteki gözlerine baktım.

Çünkü anlatamıyorum baba! Ağzına ettiğimin sıkıntılarımı olduğu gibi anlatamıyorum!

“Sınavlar yaklaştı, bir de Gökhan'la aramız bozuk bu aralar.”

“Allah Allah,” diyen annem şaşkınlıkla babama baktı. “Daha dün geldiğinde iyi gibiydiniz.”

“Bu sabah bozuldu.” deyip kıvırdım.

Gerizekalı Gökhan peşimden ayrılmıyordu. Defalarca arayıp, özür mesajları dizmişti ama nafileydi.

Sarhoştum ve biraz uyuşturucu çekmiştim.

Ne güzel bahane ama? Yüzüne haykırdığım şeyle nasıl da allak bullak olmuştu. Hatırlayınca canice gülümsedim.


“O zaman ben de çekeyim, sonra da senin organını keseyim? Sonra özür dilerim, nasılsa bahanem var.”

Tam bir anguttu ve kendimi toparlamak için uğraştığım her dakika beni rahatsız edip sinir küpüne çeviriyordu.

“Demek ki Yekta'nın bizimle paylaşmak isteyeceği bir şey değil hayatım.” diyerek anneme döndü babam.

“Belki de.” diyerek omuzlarını silkti. “Nasılsa sakinleşince bizimle paylaşacaktır.”

“Bence de.. Baksana, şu iki günlük tatili neden yapmıyoruz? Hem Yekta da biraz sakinler, ne dersin?”

“Evet, bu hafta sonu ayarlayalım da gidelim.” deyip annem bana döndü. “Sen ne dersin tatlım?”

Onlara baktım. Ne dediklerini gerçekten anlamamıştım, çünkü Gökhan'a karşı edindiğim nefreti bilemekle meşguldüm.

Çatalımı bu sefer daha nazikçe bıraktım ve ayaklanmadan önce aileme döndüm.

“Bence siz nasılsa benim için karar vereceksiniz. O yüzden ben bu zevkinizi hiç bozmayayım.” Ayağa kalktım ve “Bana sadece haber verin de eşyalarımı toparlayayım.” deyip hızlı adımlarla odama çıktım. Onları büyük bir şaşkınlıkla ardımda bıraktığımı biliyordum.

Kapıyı kapayıp yatağıma atladım ve yastığıma sarılıp başımı gömdüm. Dayanamıyordum. Bu yalnızlık kalbimi çok acıtıyordu. Aileme olduğu gibi hiçbir şeyi anlatamazdım ve Burçin'in de acılarımı dindirdiği söylenemezdi.

Nefes alamayacak kadar burnumu yastığa bastırdım ve hıçkırıklarımın odada yankılanmasını engelledim.

Ertesi sabah uyandığımda, telefonum çalıyordu. Şiş gözlerimi aralamak acı veriyordu, o yüzden gözlerimi açmadan cevapladım.


“Yekta nasılsın?” diyen arkadaşımın çığlığını duyunca inledim.

“Bu kadar bağırmana gerek yok, çünkü yaşıyorum.”

“Evet, biliyorum, yaşıyorsun.” deyip duraksadı.

“Eee? Bunun için aradıysan hayattayım ve uyuyacağım.”

“Nasılsın diye sormuştum.”

Açık ve net cevap verdim.

“B.k gibiyim.”

Kahkahası beni şaşkına uğrattı. Benim ne denli perişan olduğumu biliyordu ve bana gülüyordu öyle mi?

“Kapatıyorum telefonu. On yıl daha arama beni!” deyip ona öfkemi gösterdim. Ama görünüşe göre beni sallamadı. Gülmeye devam etti ve “Ah üzgünüm prenses, çünkü kapının önündeyim. Haydi aç.”

Telefonu yüzüme kapadığından sinirli bir edayla ayaklandım. Bana prenses demesini istemiyordum, çünkü Gökhan bunu birkaç kez söylemişti. Şimdiyse bu kelimeden kusacak kadar nefret ediyordum.

Aşağıya inip hoşnutsuz suratımla kapıyı Burçin'e açtım. Kısa kahverengi bir elbise giymişti. Üzerine de kalın yeşil montunu ve daha açık yeşil bir atkı takmıştı. Kahverengi gözlerine çokhoş bir makyaj uygulamıştı. Ve.. Ve..

Neşeliydi.

Beni kenara itip içeri daldı. Kapıyı ardımdan çarpıp odama çıkan arkadaşımı takip ettim.

“Uyuyordum.”

“Öyle mi?” diyerek sordu ve şakıdı. “O zaman günaydın.”



Direkt olarak dolabımı açtı ve benim için elbise seçmeye başladı. Kaşlarım anında çatıldı.

“Bence sana yeşil çok yakışıyor. Üstelik o güzel gözlerini ortaya çıkarıyor.” Yeşil elbisemi alıp sandalyemin üzerine attı. Sonra elleriyle kurcalamaya devam etti. “Üzerine de şu şık siyah hırkanı giyersin. Saçlarını da maşalarız. Ama yok dersen, düzleştiriciden hızla geçerim.”

“Bir yere mi gidiyoruz Burçin?” deyip sabırsızca sordum.

Dönüp bana baktı. Sanki daha önce bir planımız vardı da ben unutmuşum gibi bakıyordu. Acaba? Yok canım, öyle bir plan yapmamıştım, zaten üç gündür, ki bugün dördüncü gündü, huysuzluğumla insanların sabırlarını ölçüyordum.

“Kaç gündür evdesin, dışarı çıkalım istedim. Sinemaya gidebiliriz. Şu vampir filmlerinden gelmiş, sen seversin.”

“Sen de seversin.” Ses tonum, sanki beni bir şeyden ötürü suçlamışta ben kendimi savunuyormuşum gibi çıkmıştı.

“Öyleyse gidebiliriz!” deyip tekrar şakıdı ve dolabımı karıştırmaya devam etti.

Onu durduramayacağımı biliyordum. O yüzden ayaklarımı sürüyerek yatağıma ulaştım ve kendimi yüzüstü bıraktım. Burçin hala konuşmaya devam ediyordu, ama benim uçuşta olduğumu beş dakika sonra fark etti.

“Yekta?! Kalk oradan!” diyerek çığlık atmıştı adeta ve öfkeyle dönüp ona bağırdım.

“Hiçbir yere gitmek istemiyorum! Evde kalıp, depresyonumu yaşamak istiyorum!”

Kaşlarını çatıp beni baştan aşağıya süzdü. Ve başını sağa sola salladı. Bir şey düşünüyordu. Dudakları kıvrılıyor, nefesi hızlanıyor, parmakları tuhah şekilde oynayıp duruyordu.

“Sana bir sürprizim var, ama lütfen dediğimi yap.”

Heyecanlanmıştım. Böyle telaş içinde olduğuna göre güzel bir şey olmalıydı.

“Öyle mi? Nedir o?”

“Sürpriz işte söyleyemem.”

“Söylersen daha çabuk hazırlanırım, söz veriyorum.”

Bir süre yüzümü inceledi ve dudakları kıvrıldı.

“Hayır tatlım. Eğer hızlıca hazırlanırsan, bu güzel sürprize daha çabuk ulaşacaksın.”

Ne yaparsam yapayım söylemeyecekti biliyordum işte. O yüzden ayaklandım ve banyoya girdim.

Karnımda bir kıpırtı oluştu önce, hemen ardından da tüm bedenime yayıldı. Aklıma türlü şeyler geliyordu, ama hiçbiri gerçeğinden daha güzel değilmiş, görünce anlayacaktım.

Bir saat kadar sonra hazırdım. Dışarı çıkmayı bekliyorum ama Burçin beni oyalayıp duruyordu. Sabırsızlığım artıyordu artık. Saçlarımı hızla düzleştirmiştik, ki hiç zor olmamıştı. Elbisemi de giymiştim, yeşil gözlerime siyah bir kalem çekmiştim mesela Burçin istedi diye.

Daha neyi bekliyorduk ki?

“Tuvalete gitmem lazım.” diyen arkadaşıma gözlerimi devirdikten sonra baktım.

“On dakikadır beşinci kez..”

“Havalar soğuk, havalar.” dedi ve odadan çıktı.

Ne yapacağımı bilemeden şöyle bir etrafa bakındım. Ne zaman çıkacağımızı da bilmiyordum ki, heyecanımı yenmek için savaşayım..

Uzanıp bu ay aldığım dergileri yanıma çektim.


"Saç örgülerine ne oldu?"

Bir süredir karıştırıp durduğum dergilerden başımı kaldırdım ve kulağıma tanıdık gelen sese doğru baktım.

Bir omzu odamın kapısına dayanmış, kolları alaylı bir tavırla göğsünün üzerinde kıvrılmıştı. Bal rengi gözlerinin içi parıldamış, kenarları keyifli bir edayla kırışmıştı.

Gördüğüm şeye inanamaz bir halde bakıp kalırken, dergi ellerimin arasından kaydı ve ayaklarımın dibine düşüp tuhaf bir ses çıkardı. Karşımdaki uzun boylu çocuk önce yere düşen dergiye, sonra bana baktı.

İnanamıyordum. İnanamıyordum.

Bu bir sürpriz miydi? Öyleyse en güzeliydi. Ya da bir hediye? Öyleyse, hayatta aldığım en güzel hediyeydi..

Gözlerimi, Kerem'in özlem tüten bakışlarından ayırmadan ayaklandım. Beş yıldır onu göremiyordum. Bana tuhaf tecrübeler yaşatan beş yılda, onun fotoğraflarına talim ediyor, orada yaşadığı hayatı kıskançlıklarla süslüyordum.

Ama buradaydı.

Uzamıştı. Omuzları biraz genişlemiş, çenesinin çevresinde sakal denebilecek kıllar ortaya çıkmıştı. Çoğu kadına göre olmasa da, benim için gerçek bir erkeği andırıyordu. Çok yakışıklı bir erkek..

Çocukluğumuzun bağlılığıyla birbirimize bakıyorduk. O an şunu anladım; on tane beş yıl geçse Kerem'le biz yine böyle dururduk karşılıklı.

O yüzden, neşeyle kollarını açtığında, koştum ve neşeyle onu sarmaladım.

Çocukluğumun Kokusu - TAMAMLANDI #Wattys2015Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin