Merhaba canlarım! Yeni bir bölüm ile yine sizlerleyim. Sizi fazla bekletmek istemediğim için, bu bölümü bitirir bitirmez yayınlıyorum. Yazım hataları ve düşük cümlelerim olduysa şimdiden affınıza sığınıyorum. Keyifli okumalar!
Gecenin karanlığı, şehrin üzerini siyah bir perde gibi yavaşça örtmüş, gündüzün bütün keşmekeşini ve çirkinliğini silmek ister gibi, onu sessiz bir sükûnet içinde gizlemişti. Karanlığın içinde binaların çirkin silüetleri yavaş yavaş kaybolurken, yerini sanki bir ressamın elinden çıkma, müthiş bir tabloya bırakmıştı. Binaların titreyen ışıkları uzaktan ateş böceği sürülerini andırıyordu. Uzaktan görünen tarihi yarımada ve yüzyıllardır hakkında birçok hikayeler yazılmış kız kulesi ise, adına yakışan, vakur bir eda ile boğazın çırpınan suları üzerinden tüm şehri seyre dalmıştı. Dünyada bir emsali dahi olmayan ve muhteşem güzelliği ile görenleri kendine hayran bırakan İstanbul boğazı ise, pırıl pırıl parlayan Ay ışığı ile kucaklaşmış, bitmeyen aşklarını tazeliyordu. Hafif bir meltem esintisi ile gelen denizin ferah kokusu ve üzerinde dans eden yakamoz, insanın içini huzur ile dolduruyordu. Her ne kadar kıymetini bilmeyen insanoğlu mahvetmek için büyük çabalar harcasa da bu güzel şehir, her şekilde göreni kendisine aşık ediyordu.
Bu güzellik bir çoğumuz için huzur verici olsa da aracında oturmuş, telefonu ile konuşan adam için asla geçerli değildi. O aradığı huzuru bir türlü bulamıyordu. Telefonun diğer tarafında konuştuğu adam da bu yüzden, uzun bir süre önce doğup büyüdüğü şehirden kaçmak zorunda kalmıştı. Huzuru binlerce kilometre uzakta bulacağını düşünmüştü. Fakat âşık olduğu şehirden kaçmanın bir çözüm olmadığını anlaması için yıllar geçmesi gerekmişti. İnsan ne kadar uzağa kaçarsa kaçsın, kalbini yanında taşıyordu ve ondan asla kaçılmıyordu. Aynı Ateş Karan'ın da kaçamadığı gibi.
Ateş Karan, Dinçer ve Dilara'nın teyzesi Jale hanımın oğluydu. Genç adam oldukça medyatik, aynı zamanda kadınların etrafında ışığı görmüş pervane gibi dolaştıkları, yakışıklı bir adamdı. Medyatik ya da yakışıklı olmanın her kalbin kapısını açmadığını acı bir deneyim ile yaşamıştı Ateş ve bu yüzden yaralarını sarmak ve yüreğindeki aşk acısını dindirmek için, sevdiklerinden ve âşık olduğu bu şehirden vazgeçmişti. Viyana'da okuyan kız kardeşinin yanına gitmiş ve iki yıldan uzun bir süredir de orada yaşıyordu. Dinçer'in de desteği ile işlerini oradan yürütüyordu. Bu iki yıl boyunca Dinçer birçok kez Ateş ve kardeşi Lâl'in ziyaretine gitmiş olsa da Ateş asla İstanbul'a adım atmamıştı. Ama Ateş içinde, hayata dönme vakti gelmişti. Kalbinizdeki yaraların acısını, her ne kadar üfleyerek ya da büyüyünce unutursun diyerek geçiştiremiyor olsanız da yeni başlangıçlar için o yaraların kabuk bağlaması gerekiyordu. Bunun en iyi ilacı da zamandı.
Dinçer'in tek dileği de geçen bu zamanın, Ateş'in acılarını unutturan ve yaralarını kapayan ilaç olmasıydı.
Dinçer hüzünlü bir gülümseme ile telefonu kapattıktan sonra, karşısında ki muhteşem manzarayı boş gözlerle izledi. Korkuyordu genç adam. Gerçekten çok korkuyordu. Selin ile sonunun, kuzeni gibi olmasından çok korkuyordu. Yüzündeki hüzün, acı bir gülümseme ile yer değiştirirken, aslında kendisini Ateş ile aynı kaderi paylaşıyor gibi hissetmişti. Ateş aşk savaşında rakibine yenilmişti. Peki ya Dinçer, o ne yapacaktı. Onun rakibi de yabana atılamayacak kadar güçlü bir adamdı. Sinan gerçekten yakışıklı ve her yönden donanımlı bir adamdı ve günün her saatini Selin ile geçiriyordu. Genç adam bir an boş yere kürek çektiğini hissetti. Sanki kalbini sıkan bir el vardı ve onun nefes almasını zorlaştırıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ateş Kuşu
General FictionFarklı kültürler olmasa da, farklı iki aileden gelen iki insanın hayat hikayesi. Birisi sevgi ve şefkat ile büyütülen bir adam . Diğeri ise sevgiyi başkalarında aramış bir kadın. Bakalım ikisinin hayatı, bir şekilde kesişince neler olacak.