"46. FİNAL

355 17 98
                                    

*** 

İyi okumalar. 

Bir avuç toprak demekti insan hayatı. Tüm yaşanmışlıklar, bedenin üstünü kapatan toprakla veda ederdi dünyaya. Doğumunda geniz yakan oksijene muhtaç kalarak ölürdü insan. Geride kalan anılar yıllar geçtikçe veda edilmek üzere yakın çevrenin hafızasında parçalara bölünürdü. 

Kendisinden geriye kalanı yaşatmayacak tek bir anı kalması demek ölümün arsızlığı demekti. Bir kere ölmek değil, insanlarının hatırasından silindikçe tekrar tekrar ölmek demekti. Dünya senin adım izlerini bir bir silerse ölümün gerçekliği vururdu toprak altındaki bedene.

Işıl, bacaklarındaki güç çekilmiş, öylece ablasının mezarına kürek kürek atılan toprağı izlerken artık ağlayamıyordu. İçi kaynıyordu, yüreği çağlayanları kıskandıracak bir güçle savruluyordu da ağlayamıyordu. Öylece baygın gözlerle, her an kendisini taşıma görevine istifasını bildirecek bacaklarıyla dikiliyordu kalabalıkta. 

Dilem, Işıl gibi değildi. İçi sökülürcesine bağıra bağıra ağlıyordu herkesin içinde. Başına geçirdiği zifiri karanlık yazmasıyla omuzlarına çöken ölü toprağının ağırlığı sanki arkadaşıyla beraber onu da çekiyordu mezara. Derya ağlamaktan hiçbir şey düşünemiyordu artık. Dilem'den güç almak istercesine tutuyordu kadının koluna ama nafile, Dilem'de kendisi için bile güç yoktu.

Işıl'ın devamlı olarak başı sağa sola, geriye düşüp duruyordu. Kaldıramayacağı kadar ağırdı bedeni. Gözlerinin altı ağlamaktan göçmüş, yüzü bembeyaz kesilmişti. Ellerinin titremesine bir çare bulmak zordu. Her bir kürek darbesi, ablasının kokusunu gizleyen karış karış topraklar yakıyordu içini.

"Ablam." Nefesi, küçücük bir kelimeye bile yetmemişti. "Ablam... Güzel ablam." Defalarca kez aynı şeyi söyledi. Kardeş bu dünyanın güler yüzüydü. Bir abla anne yarısı değil, kalp yarısıydı. Kardeş, kardaş, karındaş... Aynı ana rahminin sıcağını paylaşan iki kandaş. Kalbinin yarısı, kalbinin yarası. "...Canım ablam benim."

Dilem, arkadaşının üzerine atılan topraklara daha fazla dayanamıyordu. Bağırarak, kollarını onu tutanlardan kurtarmaya çalışarak, "Bırakın Maral'ı!" diye haykırdı. "Benim arkadaşım çok genç, ölemez. Bırakın benim canımı!"

Kalabalıktı mezar başı. Maral'ın tanıdığı herkes gelmişti. Eski mahallesinden Süheyla hanım bile göz yaşlarıyla izliyordu gencecik kızın mezarına atılan toprakları. İçlerinden bir kaç kişi destek olabilmek adına Dilem'i tutmaya çalışıyordu. Genç kadın ise öylesine öfkeli, öylesine dağılmıştı ki boğuluyordu o an.

"Bırakın, bırakın, bırakın!" Defalarca kez haykırarak, yeri göğü inletircesine ağlamaya başladı. Attığı feryatlar öylesine bir acıya bulanmıştı ki kalabalık içerisindeki çoğu insan onunla beraber ağlamaya başlamıştı. "Daha hiçbir şey yaşamadı! Daha yeteri kadar sevilmedi, daha yeteri kadar gezmedi, görmedi, hissetmedi... Ne olur, bırakın yapmayın! Ben arkadaşıma doya doya sarılmadım hâlâ, ne olur bırakın..."

Genç kadının çırpınmaları, delirmişçesine kendisini tutan kollardan kaçmaya çalışması yürek dağlıyordu o anlarda. Derya daha fazla çektiği acıyı kaldıramayıp olduğu yere yığıldı. İki genç kadının ağlayışını tüm şehir duyabilirdi. 

Maral'ın öldüğünü, artık nefes almadığını kabullenemiyordu hiç birisi. Bunlardan birisi arkadaşının mezarına kendi elleriyle toprak atan Doğukan'dı. Yüreği sökülüyordu yerinden. Derinden bir ağlama isteği vardı içinde. Ağlıyordu da. Ama sorun bu ağlayışın ona yetmemesiydi. Daha çoğuna ihtiyacı vardı. Aklını kaybedene kadar, dağılıp, acısından ölene kadar ağlamaya ihtiyaç duyuyordu.

KÜL SİYAHI /TamamlandıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin