Bölüm 20: Japon Saksısı

3 1 0
                                    

Ön­ce kal­bi fe­lâ­ke­ti­nin ne ka­dar aş­kın ol­du­ğu­nu kav­ra­mı­yor; üzün­tü­den çok şaş­kın­lık için­de. Lâ­kin ak­lı­nı to­par­la­dık­ça, uğ­ra­dı­ğı baht­sız­lı­ğın de­rin­li­ği­ni de se­zi­yor. Ar­tık onun için ha­yat­ta hiç­bir zevk, ne­şe kal­ma­dı, içi­ni par­ça­la­yan umut­suz­lu­ğun bı­çak gi­bi bat­ma­sın­dan baş­ka bir şey his­se­de­mi­yor. Vü­cut acı­sı sö­zü et­mek de ne­ye iyi? Yal­nız vü­cu­dun duy­du­ğu han­gi acı var­dır ki o acı­ya ben­ze­sin?

JE­AN­PA­UL

O sı­ra­da ak­şam ye­me­ği zi­li ça­lı­yor­du, Ju­li­en güç be­la kal­kıp gi­yin­di. Sa­lo­na gi­rin­ce Mat­hil­de'in ora­da, kar­de­şiy­le M. de Cro­ise­no­is'ya, o ak­şam Ma­re­şal de Fer­va­qu­es'ın ko­na­ğın­da­ki da­ve­te git­me­me­le­ri için yal­va­rır­ca­sı­na ıs­rar et­ti­ği­ni gör­dü.

Mat­hil­de ga­yet şi­rin, il­ti­fat­lar eden bir ta­vır­la ko­nu­şu­yor­du. Ye­mek­ten son­ra, bir­kaç dos­tu ile be­ra­ber M. de Luz, M. de Cay­lus de gel­di. San­ki Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'de kar­deş­çe dost­luk his­si ile be­ra­ber her­ke­se tam ye­ri­ne, so­yu­na so­pu­na gö­re dav­ran­mak his­si de yi­ne uyan­mış­tı; o iki his­se ge­ne ta­par­ca­sı­na bağ­lan­mış­tı. Ha­va çok gü­zel ol­du­ğu hal­de o ak­şam, bah­çe­ye çık­ma­mak­ta ıs­rar et­ti; Ma­da­me de La Mo­le'ün otur­du­ğu kol­tuk­tan uzak­laş­ma­sı­nı is­ti­yor­du. Ar­ka­daş­la­rı, kı­şın ol­du­ğu gi­bi, ma­vi ka­ne­pe­nin çev­re­sin­de top­lan­dı­lar.

Mat­hil­de'nin bah­çe­ye kar­şı âde­ta bir öf­ke­si var­dı, ora­yı ta­ma­mıy­la sı­kın­tı­lı bir yer sa­yı­yor­du: bah­çe­de Ju­li­en'i ha­tır­la­tan çok şey­ler var­dı da on­dan.

Fe­lâ­ket in­sa­nın ak­lı­nı da alır. Bi­zim de­li­kan­lı da toy­luk edip ha­sır san­dal­ye­nin ba­şın­da, bir za­man­lar pek par­lak ba­şa­rı­la­rı­na ta­nık olan o san­dal­ye­nin ba­şın­da di­kil­di kal­dı. O ak­şam ona dö­nüp bir söz söy­le­yen ol­ma­dı; san­ki ora­da ol­du­ğu­nun far­kı­na va­ran yok­tu. Hatta da­ha kö­tü bir mu­ame­le ile kar­şı­laş­tı. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün dost­la­rın­dan onun ya­nı­na, ka­ne­pe­nin ucu­na dü­şen­ler ona ar­ka­la­rı­nı dö­ner gi­bi bir ta­vır ta­kın­mış­lar­dı; bel­ki öy­le bir dü­şün­ce­le­ri yok­tu ama her­hal­de Ju­li­en'e öy­le gel­di.

İçin­den: Sa­ray­da göz­den düş­mek bu ol­sa ge­rek! Ken­di­si­ni ha­fif­se­me­le­riy­le ez­me­ye kal­kı­şan o adam­la­rı bir an tet­kik et­mek is­te­di. M. de Luz'ün am­ca­sı, kra­lın ya­nın­da bü­yük bir hiz­met­tey­di; bu­nun için o ya­kı­şık­lı su­bay, mec­li­se ye­ni bir kim­se gel­di mi, ne ya­par ya­par, am­ca­sı­nın sa­at ye­di­de Sa­int­Clo­ud sa­ra­yı­na git­ti­ği­ni, ge­ce­yi de ora­da ge­çir­mek ni­ye­ti ol­du­ğu­nu söz ara­sı­na ka­rış­tı­rır­dı. Ak­lın­ca il­gi­ye pek de­ğer bul­du­ğu bu işi ger­çi şöy­le ba­ba­can bir ta­vır­la an­la­tır­dı ama bir ke­re bi­le bu­nu aç­ma­ya bir fır­sat ha­zır­la­ma­dı­ğı ol­maz­dı.

Ju­li­en, M. de Cro­ise­no­is'yı fe­lâ­ke­tin ver­di­ği in­saf­sız­ca göz­den ge­çi­rin­ce gö­rüp an­la­dı: O na­zik, bön de­li­kan­lı, giz­li, gö­rün­mez se­bep­le­ri gö­zün­de pek bü­yü­tür­dü.. O ka­dar ki M. de Cro­ise­no­is, bi­raz önem­li bir hâ­di­se­nin ba­sit, pek de ta­bii bir se­bep­ten doğ­du­ğu söy­le­nin­ce, ke­der eder, âde­ta kı­zar­dı. Ju­li­en için­den: De­li­lik böy­le baş­lar, de­di. Prin­ce Ko­ra­sof'un ba­na an­lat­tı­ğı­na gö­re Çar Alek­sandr da böy­le imiş; M. de Cro­ise­no­is huy ba­kı­mın­dan onu pek an­dı­rı­yor. Pa­ris'te ge­çir­di­ği ilk yıl, ruh­ban oku­lun­dan da­ha ye­ni çı­kan Ju­li­en, ilk de­fa ola­rak o de­li­kan­lı­lar­da gör­dü­ğü za­ra­fet, ne­za­ket­le göz­le­ri ka­maş­mış, on­la­ra hay­ran ol­muş­tu. On­la­rın asıl ya­ra­tı­lış­la­rı­nı da­ha ye­ni ye­ni fark et­me­ye baş­lı­yor­du.

Kırmızı ve SiyahHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin