Bölüm 35: Bir Fırtına

4 1 0
                                    

Tan­rım! Ba­na da bi­raz ba­ya­ğı­lık ver!

MI­RA­BEA­U

Gön­lü dü­şün­ce­le­re dal­mış, Mat­hil­de'in gös­ter­di­ği ateş­li şef­ka­te an­cak ya­rı kar­şı­lık ve­re­bi­li­yor­du. Ses­siz, gam­lı bir ha­li var­dı. Asıl bu ha­li ile kı­zın gö­zü­ne bü­yük, ta­pı­nır­ca­sı­na se­vil­me­ye layık gö­rü­nü­yor­du. Mat­hil­de Ju­li­en'in, gu­ru­run bi­lin­me­dik bir cil­ve­si­ne ka­pı­lıp du­ru­mu al­tüst et­me­sin­den kor­ku­yor­du.

Aşa­ğı yu­ka­rı her sa­bah, Ab­be Pi­rard'ın ko­na­ğa gel­di­ği­ni gö­rü­yor­du. Ju­li­en, Mar­qu­is'nin ne gi­bi ni­yet­ler bes­le­di­ği­ni, Ab­be Pi­rard'ın söz­le­rin­den sez­miş ola­maz mı? Hem kim bi­lir, bel­ki de Mar­qu­is, ak­lı­na es­miş, ona mek­tup yaz­mış­tır. Böy­le bü­yük bir bah­ti­yar­lık­tan son­ra Ju­li­en'in hâ­lâ so­murt­ma­sı­na ne mâ­na ve­ri­le­bi­lir­di ki? Mat­hil­de bu­nu ken­di­sin­den sor­ma­ya ce­sa­ret ede­me­di. Ce­sa­ret ede­me­di! Evet, Mat­hil­de ce­sa­ret ede­me­di! Çün­kü, o an­dan iti­ba­ren Ju­li­en'e kar­şı bes­le­di­ği his­se, an­la­şıl­maz, bek­le­nil­me­dik, yıl­gın­lı­ğa ben­zer bir şey ka­rış­tı. Pa­ris'in hay­ran ol­du­ğu o aşı­rı me­de­ni­ye­ti için­de bü­yü­müş bir kim­se ih­ti­ra­sa, çıl­gın­ca aş­ka ne ka­dar ka­pı­la­bi­lir­se Mat­hil­de'in o ku­ru ru­hu da an­cak o ka­dar ka­pıl­mış­tı.

Er­te­si sa­bah er­ken­den Ju­li­en, Ab­be Pi­rard'ın evi­ne git­miş­ti. En ya­kın ko­nak ye­rin­den ki­ra­lan­mış kı­rık dö­kük bir yol ara­ba­sı­nı sü­rük­le­yen bir çift bey­gir de av­lu­ya gir­di. Ab­be Pi­rard ho­mur­dan­rak:

– Ar­tık si­ze böy­le ara­ba ya­raş­maz, de­di. M. de La Mo­le si­ze yir­mi bin frank he­di­ye edi­yor; bu pa­ra­yı bir yıl için­de har­ca­ma­nı­zı is­ti­yor ama ken­di­ni­zi el­den gel­di­ğin­ce az gü­lünç et­me­ye ça­lış­ma­nı­zı da tem­bih­le­di. (Bir de­li­kan­lı­ya bu ka­dar bü­yük pa­ra ve­ril­me­si, pa­pa­zın gö­zün­de, onu gü­na­ha sü­rük­le­mek­ten baş­ka bir işe ya­ra­maz­dı.)

Mar­qu­is di­yor ki: M. Ju­li­en de La Ver­na­ye bu pa­ra­yı ba­ba­sın­dan al­dı­ğı­nı söy­le­ye­cek, ba­ba­sı­nın kim ol­du­ğu­nu an­lat­ma­sı­na ih­ti­yaç yok. M. de La Ver­na­ye, ken­di­si­ne ço­cuk­lu­ğun­da bak­mış olan Ver­ri­eres­li ke­res­te­ci M. So­rel'e bir he­di­ye gön­der­me­yi de bel­ki uy­gun bu­lur... Bun­lar Mar­qu­is­nin sö­zü; M. So­rel'e he­di­ye gön­der­mek işi­ni ben üze­ri­me alı­rım. M. de La Mo­le'u, o ilik­le­ri­ne ka­dar je­su­it Ab­be de Fri­la­ir'le an­laş­ma­ya da so­nun­da ra­zı ede­bil­dim. Onun ar­ka­sı bi­zim­kin­den kuv­vet­li çık­tı. Uz­laş­ma­mı­zın söz­le söy­le­nil­me­dik şart­la­rın­dan bi­ri de, Be­san­çon'u elin­de çe­vi­ren o ada­mın si­zi bü­yük bir ai­le evla­dı di­ye ka­bul edip ta­nıt­ma­sı ola­cak.

Ju­li­en he­ye­ca­nı­nı diz­gin­le­ye­me­di, Ab­be'nin boy­nu­na atıl­dı, asil bir ba­ba­nın oğ­lu di­ye ta­nın­ma­sı işi­ne ar­tık ol­muş bit­miş gö­züy­le ba­kı­yor­du.

Ab­be Pi­rard onu ite­rek:

– Ne çir­kin şey! Bu züp­pe işi ben­cil­lik de ne olu­yor?... Ge­le­lim So­rel ile oğul­la­rı­na; ben on­la­ra, ken­di na­mı­ma, beş yüz frank yıl­lık bağ­la­rım, mem­nun kal­dı­ğım sü­re­ce de bu pa­ra­yı her bi­ri­ne ve­ri­rim.

Ju­li­en ağır­baş­lı, aza­met­li tav­rı­nı ta­kın­mış­tı. Ga­yet ka­pa­lı, ken­di­ni hiç­bir şe­ye bağ­la­ma­ya­cak söz­ler­le te­şek­kür et­ti. İçin­den: Yok­sa, di­yor­du, ben sa­hi­den bir asil­za­de­nin, o müt­hiş Na­pol­yon'un bi­zim dağ­la­ra sür­dü­ğü bir soy­lu­nun ni­kâh­sız bir ka­dın­dan doğ­muş oğ­lu mu­yum?..." Ge­çen her an bu dü­şün­ce ona da­ha ak­la ya­kın ge­li­yor­du. "Ba­ba­ma kar­şı duy­du­ğum kin de bu­nu is­pat et­mez mi?.. Ba­ba­sın­dan nef­ret et­mek, ca­na­var ya­ra­tı­lış­lı ki­şi­le­rin işi­dir; ba­bam, ger­çek ba­bam de­ğil­se ben öy­le bir ca­na­var ol­mak­tan kur­tul­dum de­mek­tir!"

Kırmızı ve SiyahHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin