KIZIL DERE

112 11 1
                                    

Mağranın girişini örten sık ağaç dalları ve çalılar, dışarıda doğan güneşin mağaranın içine de doğmasını engelliyordu. Zorlukla bir yol bulup haince içeri sızan birkaç ışık huzmesi mağaranın karanlığına gerilmiş ince iplikler gibi görünüyordu, ışıktan bir ip. Güneş doğudaki ufuk çizgisinden yükselip açısını değiştirdikçe bu iplerde mağaranın başka yerlerine uzanıyordu. Bir tanesi yere, bir tanesi tavana, iki tanesi İda'nın arkasındaki duvara, bir tane ida'nın elbisesine ve bir tane de yanağına düşmüştü. Yanağında olan ip orada gezintiye çıkmaya karar vermiş olacak ki, elmacık kemiği boyunca ilerleyip burnunu es geçerek sol gözüne geldi. İda uyuduğundan beri ilk defa o zaman kıpırdandı.

Gözlerini güneşten korumak için kolunu gözlerinin üstüne koydu. Kolunu bir ileri bir geri hareket ettirerek uygun pozisyonu bulmaya çalıştı. Kolunun uyuşmayacağı, burnunun acımayacağı, gözlerinin tam kapanacağı o pozisyonu bulmaya çalışırken hedefi kendisinden daha çok uzaklaştı, uykusu açıldı. Yine de pes etmedi ve doğru pozisyonu bulunca uykunun geri dönüp birkaç saat daha ona sarılmasını bekledi umutsuzca.

Uyanmak istemiyordu. Sarayda uyandığı sabhlardan farklıydı bu isteği. Orada monotonluktan kaçmak için uyumak istiyordu, kendisine belli bir program veriliyor ve onun dışına çıkmaması için sıkı sıkıya takip ediliyordu. Esaret günlerinde ise tam tersine günü gününü tutmuyordu.

Bana monotonluğumu geri verin!

İki haftadan fazla zamandır her güne bir bilinmezlik ile uyanıyor, en iyi gününde kamarasından hiç çıkmıyor, en kötü gününde ise... O zamanlar özlem sınırları zorlanıyordu; evini, annesini, babasını, Violet'i, Ares'i, derslerini, hatta sabahları zorlukla uyanmayı, hatta ve hatta komedyen Jester'i bile özlemişti. Jester'i özlediği şeyler listesinde başa alabilirdi bile. Her karşılaşmalarında kendisini mutlaka güldürürdü. Sempatik, sürekli siyah takım ve beyaz gömlek ile gezen, papyonunu boynundan eksik etmeyen, sıska denecek kadar zayıf, normalden biraz kısa ama yakışıklılığı ve esprileri ile bu kusurları örten biraz tuhafça bir adamdı. İda onun hakkında bildiği şeyler tahmine dayalıydı, yaşı, hayatı, memleketi, hobileri....

Sarayda kimseyi tanımıyormuşum meğer.

Saraya geri döndüğünde herkes ile özel ilgilenecekti, buna karar verdi. Krallıktan yola çıkan prenses ile mağarada otların üstüne yatan kız aynı değildi artık, biri daha fazla büyümüştü.

Bu düşüncelerin hepsi gözlerini kapalı tutmaya devam ederken oyalanmak için bir bahaneydi. Uyanmayı olabildiğince geciktirmeye çalışıyordu ki bu oyalanmayı çok fazla sürdüremedi. Özlem düşüncesi yüreğini sarıp, kendisini zihninin karanlıklarına çekmeye başlayınca gözlerini açtı. Onu uyandıran ışıktan ok şimdi alnındaydı.

Gözlerini mağaranın nispeten aydınlanmış gri tavanına açtı. Bir insan boyu kadar yüksekteydi. Otların üstünde yatmaya devam ederken küçük bir kulübe büyüklüğündeki mağarayı inceledi; gri duvarlar, taşların etrafında mistik bir koruma çemberi gibi durduğu akşam yaktıkları ateşten kalan kül yığını, üstünde yattığı otlar, yer yer yosun ve küf, köşede hafif tozlu bir ceket. Mağarada olandan çok olmayan şey dikkatini çekti; Kai. Onun bir zamanlar burada olduğuna dair tek kanıt yerdeki siyah ceketti.

Beni buraya terk etmek için getirdiğini biliyordum.

İda bu düşüncesinde ciddi değildi. Kai pislik biri olabilirdi ama aptal değildi. Dışarıda bir yerlerde bir şeyler ile uğraşıyor olmalıydı, yemek bulmak yada su, gezmek yada başka herhangi bir şey.

Umarım geri dönmezsin. Seni kurtlar yer.

İda'nın bu düşüncesi de samimi değildi. Oyalanmaya devam ediyordu sadece. Onun canı acısın istiyordu ama ölmesini değil. Ölmesi kendi canını da acıtır gibi geliyordu.

~ FIRTINANIN ŞARKISI~ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin