"Önemli olan ilerlemeye cesaret etmektir."
-Winston S. Churchill🩸🩸🩸
30 Nisan (15.02)
"Anlamına bakmadım anne. En güzel kokanlarından seçtim. Sen hepsini seversin. Şimdi bana, en çok seni dedin biliyorum."
Gözyaşlarım annemin toprağına ektiğim çiçeklere dökülüyordu. Dizilerde filmlerde gördüğümde, insan toprağın altındaki biriyle nasıl sesli konuşur diye sorgulardım. Ölmüş birine ne anlatırdı ki duymayacağını bile bile? Öyle olmuyormuş. O kadar inanıyordum ki beni duyduğuna, karşımdaymış gibi konuşuyordum hem de.
"Sözünü tutmadın ama kızmıyorum sana. Merak etme pes de etmeyeceğim. Final koleksiyonumu teslim edip mezun olacağım. Sen izleyeceksin, ben biliyorum."
Gözyaşlarıma tezat güçlü durmaya çalışıyordum aslında ama içimde büyüttüğüm hıçkırıklarım boğazımı zorluyordu. Nefesim daralmaya başlamıştı. Ellerimle toprağını var gücümle sıkarken kendimi tutamamıştım.
"Hani ne zaman yorulsam üzülsem hep kanatlarının altına alırdın beni. Tükendim ben şimdi, yine sana geldim. Kanatların yok, toprağın soğuk. Sen soğuğu hiç sevmezsin anne, ben de yokluğunu."
Hıçkırıklarım bir feryada dönüşmüş, mezarlığa acı bir örtü olmuştu. Kaç acıya gebe olmuştu bu taşlarla çevrili topraklar bilmiyordum ama bilmeyi anlamayı asla istemeyeceğim tek gerçeğin bu olduğundan emindim. Birinin o andan sonra hiç yanında olamayacak olması nasıl kabul edilebilirdi?
"Hazar-" diye beni kendime getirmek için seslenirken elini omzumda hissettiğim kişi Cihangir'di. Sesini duyar duymaz bir rüyadan uyanmıştım sanki. İrkilerek ona döndüğümde hızla olduğum yerde doğrulup karşısına dikildim. Düşünmeyi bıraktığım ikinci gündeydim.
"Senin yüzünden! Sizin bu içine sıçtığım dünyanız yüzünden! Onu benden habersiz dünyanın diğer ucuna gönderdin. Bak şimdi, nasıl kavuştuğumuza bak!"
Boğazım yırtılırcasına bağırırken aynı zamanda rastgele vuruyordum ona. Hesaplamadan hatta görmeden vuruyordum. Hiçbir tepki vermeden hafif yalpalayarak karşımda duruyordu.
Benim kontrolsüz hareketlerimi Yağız durdurmaya çalışmış kollarımdan tutarak "Hazar, gel güzelim. Gel sakinleş." diyordu. Fakat ben kendimi kaybedeli bu kadar olmuşken, bulmak için acele etmeyecektim.
"Hepinizin Allah belasını versin! Başardınız. Başardınız yapayalnızım! Tek bir kişi kalmıştı. Tek bir sığınağım vardı ya! Bana bak bana! Kilometrelerce yolu, toprağın altında onu karşılamam için geldi annem. Tamam mı Cihangir Baysal? Oldu mu? İyi yapmış mısın? Daha iyi tedavin işe yaramış mı?"
Cihangir hala daha sesini çıkarmadan en masum ifadesiyle yüzüme bakarken konuşan yine Yağız olmuştu. "Hazar ne olur sakinleş."
"Sakinleşeyim mi?" diye sorduğumda Yağız'ın yüzüne bakmış, gözlerinin kırmızılığını gördüğümde bir an durulmuştum. Cihangir'e söylediklerim öfkedendi. Aklımdan geçenler acıdandı. Her ne kadar bir suçlu arasam da en iyi tedaviyi aldığını biliyordum. Elden bir şey gelse muhakkak yapılacağını da. İnsanlığından yapmasa kendi annesi için yapardı çünkü.
Ama günün sonunda insanoğluyduk işte. Canımızdan can koptuğunda, başka bir canı yakarak bölebiliriz sanıyorduk o acıyı. Bölünmüyordu. Hatta bölünmek şöyle dursun bir gram dahi azalmıyordu.
Gözlerim Yağız'dan annemin mezarına düştüğünde dudaklarım büzüldü. Tek bir an bile kırpmadığım gözlerimden sayısız damlalar akarken dizlerimin üzerine çöktüm yeniden. Elim yine toprakla buluştuğunda Yağız'ın sessiz bir hıçkırığını duymuş, hemen sonrasında arabaya doğru Görkem'in yanına ilerlediğini anlamıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Beyaz Lotus
Teen Fiction"Davette beni öpmek istediğini söylemiştin." Cesaretimi toplayıp söylediğim şey üzerine gözlerimin içine şaşkınlıkla baktı. "Ben o iddiayı kaybettim." diye mırıldandığında adımlarını da durdurmuştu. "Ben de isteğimi değiştirmiştim ama sen yine de ba...