Hepimiz bir gün sevdiklerimizden er ya da geç ayrılırız. Bu ister ölüm olsun, ister doğal bir ayrılık, ya da bir şekilde iletişimi kesmek, adına her ne derseniz diyin, değişmeyecek olan tek gerçektir.
Birinden nefret ederek ayrılmak, sevgiyi tüketmek, ya da bitmesi gereken bir ilişkiyi bitirmek olması gereken bir ayrılıktır. Bu belki bazılarımızı üzmez. Hatta nefes aldığımızı, canlandığımızı bile hissederiz. Öte yandan severken ayrılmak, en derinde bir yerde ruhumuza bir mızrak saplar. Bunun acısıyla baş etmek zordur. Kalbimiz o insanı ister durur. Okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde, dinlediğimiz müzikte, gördüğümüz insanlarda hep o kişiyi ararız. Fakat bu acının hissiyatına da bir müddet sonra alışırız. Ve hatta yeri geldiğinde de o kişiyi artık unuturuz.
Peki ya sevdiğimiz ölürse? Hem de deli gibi severken, onun da sizi sevdiğinden eminken, her şey mükemmel giderken, o insan ölüp gitse, ne hissederdik? İşte bu acının tarifi yok. Çünkü ölüm, telafi edilemeyecek tek şeydir. İnsanlar yaşadığı müddetçe, nefes aldığı müddetçe, her şekilde bir çözüm var demektir. Ama ölümün, yani, yok oluşun telafisi yok.
Sabahtan beri onun bunun mezarında sürekli ağlayıp, gözyaşı döken ben, mezar taşında sevdiğim adamın adını okuyunca donup kaldım. Tekrar tekrar okudum. Biliyordum öldüğünü. Onun ölüm ilanıyla beraber, onun aşkına yelken açtığımı. Peki, ben şuan neden ağlayamıyorum?
Beynim uğulduyor. Gözlerim mezara kilitlenip kaldı. Yerde oturur vaziyetteyim. Kim olduğumu, nerede olduğumu, ne yaptığımı, saatin kaç olduğunu bile unuttum.
Tuğba dua okumayı bitirdi. Yanıma çöktü. Beni dürttü.
-Seliiin?
Cevap veremiyorum. Boğazımdan yukarı çıkamayan kitlenip kalmış bir şey var. Bir çıksa?
Tuğba kollarımdan tutup sarsmaya başladı.
-Kızım nolur kendine geeel. Allah'ım noluyorr?
Dayanamadı, suratıma tokadı yapıştırdı. Tokadı yapıştırmasıyla kendime geldim. İşte şimdi o göğsümde kitlenen, yukarı çıkamayan şey, çıktı bir anda.
-SALİİİİİİİİMMMMM!!!!!
Yüzümü yere kapattım. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Dövüne dövüne ağlıyorum. Tırnaklarım toprağın içine girmiş. Fark etmedim bile. Tuğba bu halimden öylesine ürktü ki, sanırım müdahele etmek istemedi. Belki de iyice bir ağlayıp rahatlamamı bekliyor.
Allah'ım neden sevdiğim adama kavuşamadım benn? Onun mezarıyla mı avunacağım artık? Nasıl metanetimi koruyacağım? Onsuz hayatıma nasıl devam edeceğim? Kaç gündür mücadele ettiğim o hüzün, o ayrılık acısı, şimdi tamamiyle beni esir aldı. Salim yok artık. Yok.
Başım döner gibi oldu. Tuğba da yanıma çökmüş, sırtımı sıvazlıyordu. Hiçbir şey söylemedi. Dua mı okumalıyım şimdi?
Hâlâ çırpınır vaziyetteyim. Kimin yanımda olduğunu fark edemedim. Ama bir anda omzuma bir el dokundu. Arkamı döndüm. Tekerlekli sandalyede oturan yaşlı bir amca bana gülümseyerek baktı.
-Hoşgeldin. Ben de, seni bekliyordum.
Gözyaşlarımı sildim.
-Pardon, çıkaramadım?
Yaşlı amca, gülümsemeye devam etti.
-Aşk olsun yenge. Nasıl çıkaramadın beni?
AZMİİİ!
**********
Onu tanıyamamış olmama kızdım birden. Bu insan benim öz dedem. Ama öte yandan da onu gördüğüme mutlu oldum. Tanıdık birini görmeye öyle ihtiyacım varmış ki. Nasıl da yaşlanmış. Demek ki dizleri tutmuyor ki artık sandalyede oturuyor. Genç hali geldi gözümün önüne. Ben de bir gün yaşlanacağım belki de. Nasıl görüneceğim acaba?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AŞKIN ZAMANSIZ YOLCULUĞU ❤️
General Fiction1 #zamanyolculuğu Siyah beyaz fotoğraf... Salim... Kamyon... Bu fotoğraftaki adamı bulmak için, ne çabalar harcadım. Bu fotoğraftaki adama aşık oldum. Bu fotoğraf yüzünden kendimi riske attım. Bu fotoğraf yüzünden zaman yolculuğu yaptım. Bugün bur...