II.

443 21 15
                                    



Servet Aydınoğlu

Van Atatürk Lisesi/2 Ekim 1992 Cuma

"Müdür Bey! Müdür Bey!"

"Hayırdır Hocam? Nedir bu telaşınız?"

"Müdür Be..!"

"Sakin olun! Şu sandalyeye bir oturun hele!"

"Müdür Bey! Sınıfta konuyu..."

"Tamam anlatırsınız! Rica ederim oturun ve bir parça soluklanın!"

"...

"Hah! Şöyle! Şimdi anlatıverin. Hayrola, ne oldu hocam?"

"Meşrutiyet dönemini anlatıyordum. Padişah II. Abdülhamit'ten de bahsettim biraz. Tam o esnada ne oldu anlamadım; en arka sırada oturan ve o dakikaya kadar pür dikkat dersi dinleyen Selim, bir anda üzerime yürüdü! Kendimi dışarıya zor attım!"

"Hangi Selim?"

"Hangisi olacak! Şu kabadayı olan!"

"Nasıl olur? Selim'in hocalarına saygısızlık ettiği görülmüş şey midir?"

"Ben de anlamadım ama göreceğimiz varmış demek."

"Peki hocam, siz biraz istirahat edin; ben şimdi onu çağırır ve bir hal çaresine bakarız." Hemen nöbetçi öğrenciyi gönderip Selim'i çağırttım. Bir taraftan Selim'in gelmesini bekliyor diğer taraftan Atıf Hocaya bakıyordum. Hoca, iyice aşağı sarkan kravatını biraz daha gevşetirken gömleğinin yay gibi gerilen düğmelerinden birini daha açıyor ve elinde bulunan ders notunu yelpaze gibi yaparak serinlemeye çalışıyordu. Çekmecemi açıp bir kolonya çıkardım ve her geçen dakika biraz daha terleyen Atıf Hocaya uzattım. Hoca kolonyayı eline yüzüne boca ederken ben de bu hale sebebiyet veren Selim'i düşündüm.

Yanlış hatırlamıyorsam yıl 1988'di. Çocukluğunu yetiştirme yurdunda geçirirken bir yolunu bulup kaçmış, bir süre sokaklarda yaşadıktan sonra yeniden bulunup yetiştirme yurduna alınmış ve oradan da orta ikinci sınıf için bizim okulun pansiyonuna yerleştirilme kararı çıkmıştı. Daha kaydını yaptığım gün sıra dışı bir çocuk olduğunu anlamıştım. Odama girdiğinde diğer çocukların aksine en ufak bir ürkeklik belirtisi göstermemiş, sorduğum sorulara yaşının fevkinde cevaplar vermişti. Kendisini uzun uzun süzmüş ama verdiği cevaplardan zeki mi yoksa ukala mı olduğuna bir türlü karar verememiştim. O günden itibaren neredeyse her gün bir vukuat ile karşıma geliyor, ya bir kavganın baş aktörü ya da figüranı oluyordu. Caydırıcı olsun diye birçok kez ceza versek de özel durumundan dolayı ne pansiyondan atabiliyor ne de okuldan ilişiğini kesebiliyorduk. Onu terbiye etmek için elimizde bir tek dayak seçeneği kalmıştı ve onu da hiç acımadan uyguluyorduk. Bu odanın duvarları ona attığım sayısız tokatların, üzerinde kırdığım irili ufaklı sopaların en büyük şahididir aslında. Ancak ne kadar döversem döveyim en ufak bir yılgınlık göstermez, asla özür dilemezdi. Otoritemi sarstığını düşündüğüm bu çocuğu dize getirmek ben de saplantı halini almıştı adeta. Fakat zaman geçtikçe onu daha iyi tanımaya başladım ve gördüm ki tüm hırçınlığına rağmen aslında bir karıncayı bile ezemeyecek yufka bir yüreğe sahipmiş.

Ortaokulu bitirip liseye başlayınca artık Selim'i olduğu gibi kabul ettim hatta okulun asayişi için ondan faydalanmaya bile başladım. Hem diğer çocuklardan birkaç yaş büyük olması hem de doğuştan gelen karizmasıyla artık o herkesin onayladığı okulun öğrenci lideriydi veya diğer bir değişle kabadayısıydı. Tabi sadece bizim lisede de değil diğer liselerde de sözü geçmeye başlamış, herkesin saygı duyduğu ve de çekindiği biri haline gelmişti. Şimdi ise en sevdiğim öğrencilerimden biriydi ve galiba hem fiziken hem de ruhen onda kendi gençliğimi görüyordum. Kapının çalınması ile daldığım hayal âleminden sıyrılıp Selim'i karşılamaya hazırlandım. Masama kadar yürüdükten sonra ceketinin düğmesini ilikleyip esas duruşa geçti ve korkunun bir kez bile misafir olmadığı ela gözlerini kırpmadan yüzüme baktı. Genç yaşına rağmen bir bıçak yarasını andıran kesik kesik alın çizgileri, daha da derinleşmiş hatta keskinleşmişti. Rahatlaması için yanına gidip elimi omzuna koyarken maksadımın aksine gergin olan kaslarının daha da gerilmeye başladığını, kışlık koyu ceketinin kalın kumaşına rağmen hissedebiliyordum. Kendisine gösterdiğim alakaya mimikleriyle dahi olsun karşılık vermiyor, korkusuz gözlerini bir kez bile kırpmadan ve esas duruşunu hiç bozmadan bekliyordu.

"Selim; sen öğretmenlerinle münakaşa etmezdin? Atıf Hocanla neden tartıştınız?"

"Hocamız Sultan Abdülhamit için 'Kızıl Sultan' dedi. Ben de bu ifadenin ne anlama geldiğini sordum. O da 'Kan dökücü' diye karşılık verdi. Bunun üzerine sultanın kan dökücülüğüne örnekler vermesini istedim fakat kendisinden tatmin edici cevaplar alamadım. Israr ettiğimde ise kitapların böyle yazdığını ve kendisinin de müfredatı uyguladığını söyleyince bir parça tartıştık."

"Sonuçta o bir öğretmen ve müfredatı uyguluyor veya bir konuda düşüncesini söylüyor. Senin de fikrin varsa sen de söylersin."

"Ben tarihi konuları pek bilmiyorum."

"O halde hocanın yanlış konuştuğunu nereden çıkarıyorsun?"

"Bir yerde okumuştum. İnsan; geçmişte yaşayan insanlar hakkında ya hayır konuşmalı ya da susmalıymış. Bence de öyle olmalı. Çünkü tarihi kişilikler ekseriyetle ölüdürler ve ölü oldukları için de kendilerini savunma hakkından mahrumdurlar. Ayrıca şu anda bize anlatılan Yunan Tarihi değil, öz be öz kendi tarihimiz. Biraz daha saygılı bir dil beklemek hakkımız diye düşünüyorum."

"Ben sana katılmıyorum Selim. Senin dediğin gibi olursa tarihi çarpıtmış, tek olan hakikati tersyüz etmiş oluruz. Bence tarihi bir şahsiyet ne ise odur ve olduğu gibi de nakledilmelidir. Ayrıca saygıdan bahsediyorsun ama hocayı dersten kovmuşsun."

"Her şey bir anda gelişti. Böyle olsun istemezdim."

"Anladığım kadarıyla hocanla arandaki mevzu büyütülecek bir şey değil. Ancak herkesin gözü önünde cereyan eden bu olayı görmezden gelmemiz pek uygun olmaz. İyisi mi şöyle yapıp sana bir iki haftalık uzaklaştırma verelim. Hem üzerinden bir süre geçince bu tatsız mevzu da kapanmış olur."

"Siz bilirsiniz hocam. Çıkabilir miyim?"

"Elbette evladım." Tam kapıdan çıkıyordu ki nedense durdu ve ağır adımlarla birkaç metre ötesinde oturan, daha doğrusu oturduğu koltuğa yığılan hocasına doğru yürümeye başladı. Atıf Hoca, kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle hemen oturduğu koltuktan kalktı ve destek arar gibi yüzüme baktı. Bir parça tedirgin olsam da Selim'i iyi tanıdığımdan müdahale etmedim. Zaten düşündüğüm gibi de oldu. Geniş ayalı ve daha çok bir pençeyi andıran güçlü elleriyle hocanın sağ elini kavrayıp usulca öptü ve helallik istedi. Bu beklenmedik hareket karşısında neye uğradığını şaşıran Atıf Hoca, ne 'Evet' ne de 'Hayır' Diyebildi. Birkaç saniye süren sessizliği Selim'in tok ve kararlı sesi bozdu.

"Bugünden itibaren Sultan II. Abdülhamid'i araştıracağım hocam. Daha sonra müdürümüzün de olduğu bir ortamda oturur ve tekrar konuşuruz. Şayet siz haklı iseniz ve gerçekten Sultan, sizin veya ders kitabımızın ifade ettiği gibi kan dökücü bir kişi ise bugün yaptığım gibi hem de sınıfın ortasında elinizi öpüp başıma koyacağım. Fakat ben haklı isem siz de söylediklerinizi sınıfın huzurunda tashih edeceksiniz." Atıf Hoca neredeyse kendi duyabileceği kadar kısık bir sesle:

"Peki" diyebildi. Cevabını alan Selim, hem beni hem de hocasını başıyla selamladıktan sonra aynı ciddiyetle çıkıp gitti.

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin