Haluk Bekiroğlu
Kent Kitap Kırtasiye(Van)/3 Ekim 1992 Cumartesi
Bir parça hasbihal ettik ama bir hayli düşünceliydi. Gerçi Selim hep böyleydi. Konuşmaktan ziyade dinlemeyi yeğler, fırsatını buldu mu çokça dalardı. Yine öyle olmuş ve okulda tarih hocasıyla münakaşasını kısaca anlattıktan sonra yorumumu dahi beklemeden dalıp gitmişti. O dalınca ben de yorulan gözlerimi dinlendirmek adına kitabımı masaya bırakıp gözlerimi kapadım. Yıllar ne de çabuk geçip gitmişti. Onunla yıllar önce ilk defa bu dükkânda karşılaşmıştık. Maddi durumlarının yetersizliğini yakinen bildiğim pansiyonlu öğrencilere, kitap ve defterlerini ücretsiz veriyordum. İşte o günler utana sıkıla girmişti içeri ve:
"Merhaba Amca benim adım Selim. Ben de yatılı pansiyonda kalıyorum." diyerek kendini tanıtmıştı. Herkes gibi kitaplarını alıp gidecek diye beklerken parası olmadığını ancak bir şeyi ücretsiz kabul edemeyeceğini söyleyince çok şaşırmıştım. Şaşırmıştım çünkü ilk defa böyle bir öğrenci ile karşılaşıyordum. Ne diyeceğimi bilememiş ve şaşkın şaşkın bu sıra dışı çocuğa bakakalmıştım. Neyseki;
"Sabahtan öğlene kadar okulda dersimiz var. Sonrasında akşam etüdüne kadar boş vaktim oluyor. Kabul ederseniz bu saatlerde gelip yanınızda çalışırım ve böylece borcumu ödemiş olurum." Diyerek çözümü de kendisi bulmuştu. Aslında bir yardımcıya ihtiyacım yoktu ama bu tavrından çok etkilenerek önerisini kabul etmiştim. İşte böyle tanışmış ve sonradan baba oğul gibi olmuştuk. Baba-oğul diyorum zira neredeyse her konuyu benimle istişare eder, fikirlerime ise beni bile şaşırtacak hatta ifrata varacak derecede önem verir. Ve şimdi o çocuk büyük bir kabadayı artık. Ama onun kabadayılığı, çeteler kurup zorbalık edenlere, mahallenin düzenini bozanlara, okul etrafında zararlı madde satanlara hatta sigara içenlere. Her zaman mazlumun yanında olur, küçücük bile olsa gördüğü haksızlığa asla 'Eyvallah' etmez. Defalarca nezarete düştüğü halde bir kez olsun haksız olduğuna şahit olmadım. Zaten o, gücünü arkasındaki devasa kalabalıklardan değil her şartta hakkı âli tutmasından alır. Bu yüzden şu koca şehirde herkes onu tanır ve korku ile karışık derin bir saygı duyar.
İyice ovuşturduğum gözlerimi yeniden açtığımda gördüm ki çaydanlığı getirip ortamıza koymuş, bardakları doldurmuştu bile. O da tıpkı benim gibi tam bir çay müptelasıdır. Hatta bir keresinde 'Cennette çay var mıdır?' diye bir soru sormuş ve ben yanlış bir cevap vermemek adına uzun uzun düşünmüştüm. Sonrasında tatmin edici bir cevap verememiştim ama o günden beri neredeyse her çay faslımızda bu konuyu münakaşa eder ve bol bol güleriz. Şimdi de bunu düşünüp gayri ihtiyari gülmüş olacağım ki
"Hayırdır baba, seni güldüren nedir? Yoksa yine benim meşhur çay sualim mi?" diye sordu. Gülerek cevapladım:
"Evet, yine aklıma çay muhabbetimiz geldi ve bu yüzden güldüm. Bir de bugün anlattıklarına takıldı aklım. Doğrusunu istersen çok şaşırdım Selim. Nice mevzularına şahit olmuştum ama bir öğretmenle münakaşanı ilk kez duyuyorum."
"Ben de istemezdim ama oldu bir kere."
"Demek II. Abdülhamid yüzünden tartıştınız."
"Aslında tartıştık da denemez. Daha çok hoca konuştu ve konuşmasının birkaç yerinde Sultan Abdülhamit için 'Kızıl Sultan' dedi. Bir öğrenci 'Bunun anlamı ne?' diye sorduğunda 'Kan dökücü' ve yine buna benzer cevaplar verdi. Bunun üzerine ayağa kalktım ve ben de anlamını sordum. Aynı şekilde karşılık verince söylediklerine yüksek perdeden itiraz ettim. Ama sadece itiraz edebildim. Ne söyleyecek bir sözüm ne de savunacak bir fikrim vardı."
"Evlat! Medeni dünyada fikirlerinin galip gelmesini istiyorsan bu zorbalıkla olmaz. Muhatabını ikna etmek zorundasın. Bunun için de çokça okumak gereklidir."
"Haklısın baba."
"Fakat yine de üzülme. Hocanla bile olsa fikri konularda tartışmak hatta çatışmak kötü bir şey değildir. Toplumlar ancak böyle yükselebilirler. Cemil Meriç'e göre, fikirlerin çatışmadığı ve tartışmanın olmadığı bir toplum, zamanla birlikte otlayan ve birlikte geviş getiren bir sürüye döner. Her halde hiçbir toplum bu hale düşmeyi arzu etmez."
"Eyvallah baba. Hem rahat ol, üzüldüğüm falan yok. Oldu ve bitti. Servet Hoca'nın sıkça söylediği gibi olana ve ölene çare olmuyor."
"Demek bir şey diyemeyince de hocayı sınıftan kovdun."
"Estağfurullah! Ne haddime böyle bir şey yapmak! Ben sesimi yükseltince sınıfta durmak istemeyip dışarı çıktı. Olay sanki ben hocayı kovmuşum gibi idareye aksetmiş. Belki hoca böyle ifade etmişti ve ben de müdürümüzün makamında hocayı yalancı durumuna düşürmemek için susmayı tercih ettim."
"İyi etmişsin. Aslında hocaların pek bir suçu yok Selim. Kitapların yazdıkları, daha doğrusu müfredat hocaları bağlıyor ve hocalar da müfredatı uyguluyorlar."
"Tamam, söylediğiniz gibi olsun fakat hocalarımızın gerçeğin peşine düşme gibi bir sorumluluğu yok mudur?"
"Elbette vardır evlat! Lakin gerçek dediğin şey nedir? Tarihi bir vakanın gerçekliği veya tarihi bir şahsiyetin doğru ve yanlışları hangi yöntem veyahut da hangi vasıtalarla ortaya konabilir? Ayrıca bu vasıtalar bilinse dahi bu saptamayı herkes yapabilir mi? Öncelikle bunları etraflıca düşünmek icap eder. Bak bizim şu orta raflarda Mübahat Kütükoğlu'nun 'Tarih Araştırmalarında Usul' kitabı var. Tarihle ilgilenen her bir ferdin muhakkak okuması gereken çok kıymetli bir eserdir. Bu arada ne kadar ceza aldın?"
"Bir iki hafta. Daha doğrusu ucu açık ve istersem biraz daha uzatabilirim. Gerçi bu ceza çok iyi oldu Baba. Bu süreçte II. Abdülhamid'i anlatan kitaplar okurum ben de. Tabi bu kitapların hangileri olduğunu en iyi sen biliyorsun."
"Şimdiden uyarmadı deme. II. Abdülhamid öyle bir iki haftaya sığacak bir devlet adamı değil."
"İşimizin adı ne! Varsın bir ay sürsün. Gerekirse okula hiç gitmem ve hep okurum."
"Bu durumda sınıfta kalır ve diploma alamazsın."
"Dert ettiğin şeye bak baba! Varsın duvarımda asılı bir diplomam olmayıversin. Hem dünyalık bir evim olmadığından duvarım da yok çok şükür."
"Güldürdün beni Selim. Allah da seni güldürsün. Yalnız sen yine de okulunu aksatma."
"Peki Baba. Bir de şöyle yaparız; kitap okuma dışında sen de bir şeyler anlatırsın."
"Elbette anlatırım. Hatta şimdi bile anlatırım. Lakin bizim İkram Kali ile sözleşmiştik. Şimdi gazetede beni bekliyordur. Onunla biraz laflayıp döndüğümde hem vaktin müsaade ettiği ölçüde konuşuruz hem de okuyacağın kitapları belirleriz."
"Eyvallah baba. Sen git gel; ben bekliyorum. İkram Abiye de selamlar!"
"Aleykümselâm evlat"...
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)