İKİNCİ BÖLÜM XX.

113 9 14
                                    


İKİNCİ BÖLÜM

Selim

Yıldız Sarayı Kütüphanesi(Beşiktaş)/1908

Kendi kendime aldığım kararı uygulayarak gecelemek üzere pansiyon yerine dükkâna gittim. İlk kez bu kadar çok kitap okumak istemiştim. Acaba kitap okuyup bilgilenmek mi istiyordum yoksa hocayla tutuştuğumuz iddiadan galip çıkmak mıydı niyetim, bir türlü kestiremiyordum. İnşallah ilk düşündüğümdü. Yoksa yüreğime böyle kötü bir düşüncenin gelip misafir olmasını hiç arzu etmezdim. Bence bir insan okuyacaksa sadece hakikati aramak için okumalıydı. Birkaç bardak olacak şekilde çay demleyip çaydanlığı önüme koydum ve sandalyeme iyice kuruldum. Okumaya başlamam için fiziki ve ruhi tüm şartlar hazırdı artık. Elime Haluk Baba'nın verdiği kitabı aldım ve zihnimden geçen her ne varsa hepsini kafamın en ücra taraflarına iterek ilk sayfayı açtım.

II. ABDÜLHAMİD

Sultan Abdülmecid'in oğlu olup 21 Eylül 1842 yılında dünyaya geldi.

Küçük yaşta annesini kaybetti.

Tahta çıkması uzak bir ihtimal olduğundan saray çevresi Abdülhamid'e ilgi göstermedi.

Adeta yalnız bir şehzade olarak yetişti.

Ancak oldukça zeki idi ve bu durum babasından sonra tahta oturan Sultan Abdülaziz'in dikkatinden kaçmadı.

Bu yüzden Sultan Abdülaziz, iyi yetişmesi için kendisiyle yakından ilgilendi.

Bir süre sonra bir darbe ile önce Sultan Abdülaziz ardından V. Murat tahtan indirilince Abdülhamid beklenmedik bir şekilde tahta çıktı (1876).

İlginç bir şekilde kitabın bundan sonraki sayfaları boştu. Muhtemelen baskı hatasıydı. Hay Allah! Oysa ne müthiş bir iştahla okumaya başlamıştım. Acaba Haluk Baba bu kitabı verirken içine hiç bakmamış mıydı? Belki bir nüshası daha vardır düşüncesiyle kalktım ve raflar arasında gezinmeye başladım. Niye bilmiyorum ama başım dönmeye başladı. Daha önce de başımın döndüğü olmuştu ama bu şekilde hiç olmamıştı. Yorgun değil, uykusuz değil hele aç hiç değildim. Dönmenin etkisi ile öyle bir sarsıldım ki artık bedenime hâkim değildim ve düşmeme neredeyse ramak kalmıştı. Hızlı bir hamle ile hem de bütün kuvvetimle raflara yapışmaya çalıştım. Ancak öyle bir hal içindeydim ki kuvvetimin kıl kadar dahi olsun bir kıymeti yoktu. Sanki sihirli bir el, rüzgârın hışmına uğrayan küçük saman çöpü gibi bedenimi sürüklüyor ve bir bilinmeze doğru götürüyordu. Artık gözlerim de kararmış ve hiçbir şey göremez olmuştum. Allah'tan çok sürmedi bu hal ve her tarafımı kalın bir yorgan gibi saran zifiri karanlık, önce gri sonra griye yakın tonlara doğru evrilmeye başladı. İyi de burası neresiydi?

Yine kitap rafları arasındaydım ama burası Haluk Baba'nın kitap dükkânı değildi. Hem raflar daha büyük hem de daha çok kitap vardı. Hemen kafamı kaldırıp tavana doğru baktım; Süslü yazılar, rengârenk desenler, sıra sıra kandiller... Acaba rüya mı görüyordum? İyi de uyumamıştım ki. En fazla birkaç saniye süren göz kararması dışında bilincim de yerindeydi. Belki bir faydası olur düşüncesiyle gözlerimi iyice kapatıp birkaç saniye sonra tekrar açtımsa da değişen bir şey olmadı. Evet, içinde bulunduğum ahvalde bir değişiklik yoktu lakin üstüm başım dışında değişmeyen hiçbir şey de kalmamıştı. Burası her neresi ise hemen yürümeli ve bir çıkış yolu bulmalıydım. İleri doğru birkaç adım atmıştım ki tam ortasında büyükçe bir masanın olduğu geniş bir salonun içinde buldum kendimi. Yuvarlak masada tek bir sandalye ve sandalyede paltosuna bürünerek oturmuş tek bir adam vardı. Sanki gelişimi fark etmemiş gibi önündeki kitabı karıştırıyordu. Yürürken topuklarımdan çıkan sesler, yankıya sebebiyet verecek kadar gürültülüyken beni fark etmemiş olması olası değildi. Gerçi içinde bulunduğum hal ve mekân bile mantıklı değilken ne diye mantıklı cevaplar bulmaya çalışıyordum ki. Bu yüzden hiçbir şey düşünmeden her şeyi oluruna bıraktım ve beklemeye başladım. Birkaç dakika geçmişti ki elindeki kitabı yavaşça kapatarak bana doğru baktı. İri burunlu, parlak ve iri gözlü idi. Sandalyesine tam yaslanmak yerine bir parça ileri doğru meyletmişti. İyice göz göze gelmiştik ki

"Yaklaş delikanlı!" diyerek yanına çağırdı. Titrek fakat kalın bir sesi vardı. Masanın tam ortasında bulunan kandil yüzüne vurdukça yüzünü daha net görebiliyordum. Hatta beyazlayan sakallarını bile. Başındaki fes, resimlerden aşina olduğum Osmanlı'nın meşhur koyu kırmızı fesi, boynunda ise madalyon gibi bir şey vardı. İlginç olan şuydu ki en ufak bir şaşırma veya ona benzer bir emare görememiştim yüzünde. Yerimden kımıldayarak birkaç adım attım.

"Daha da yaklaş!" diyerek biraz daha yürümemi istedi. İtiraz etmedim ve birkaç adım daha attım.

"Kimsin ve kütüphanemde ne arıyorsun?"

"Buraya nasıl geldiğime dair hiçbir fikrim yok. Asıl siz bana kim olduğunuzu ve şu anda nerede olduğumu söyleyin?"

"Burası Yıldız Sarayı'nın Kütüphanesi ve ben de Sultan Abdülhamid-i Sanîyim."

"Abdülhamit? Padişah olan Abdülhamit mi?" Cevap vermek yerine yavaşça ufalmaya başlayan ve yine aynı oranda donuklaşan gözleriyle yüzüme baktı.

"Nasıl olur! Siz öleli neredeyse 70 küsür sene oldu." Güldü.

"İyi de ben öldüysem nasıl oluyor da tam karşında duruyorum." Durup düşünmeye çalıştım. Belki de gerçekten bir rüya görüyordum ve biraz sonra uyanacaktım.

"Bana doğruyu söyle delikanlı! Eğer sırf kütüphaneyi merak ettiğin için burada isen bilesin ki bundan dolayı sana kızmayacağım. Ben ilmin peşinde koşanları severim." Daha önce de rüyalar görmüştüm fakat ya hiçbir şey hatırlamaz ya da hayal meyal bir iki şey zihnimde kalırdı, o kadar. Şimdi ise her ayrıntıya vakıftım ve şahit olduklarımı tüm hücrelerimle hissediyordum. Muhtemelen bu kadar gerçekçi bir rüyayı uyandıktan sonra da unutmayacaktım.

"Bir izahatın yok mu delikanlı?" Belki de her şeyi olduğu gibi anlatmak en doğrusuydu.

"Elbette var! Tarih dersinde, hoca ile münakaşa ettik. Hakkınızda ileri geri konuşuldu ve ben bu tartışma sırasında fark ettim ki aslında sizi hiç tanımıyormuşum. Bu yüzden biraz araştırma yapmaya karar verdim. Akşam Haluk Baba'nın kitap dükkânındaki raflar arasında dolaşırken nasıl olduysa oldu, kendimi burada buldum." Güldü. Yüzündeki ifadeden sözlerime inanmadığını anlamam zor olmamıştı. Zaten inanılacak gibi de değildi.

"Benim hakkımda herkes ileri geri konuşur. Bunu niye bu kadar dert ettin ki?"

"Bu sizi rahatsız etmez mi?"

"32 yıldır devletin başındayım ve milyonlarca kişiye hükmediyorum. Yönetimim altındaki insanların beni eleştirmesinden daha tabii ne olabilir. Ayrıca herkesi memnun etmek değil milyonları idare eden bir padişaha bazen birkaç çocuğa hükmeden bir babaya bile nasip olmuyor. Ancak duacımız da çok elhamdülillah!" İyi de biz şu anda Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorduk ve onun hükmü altında değildik. Yoksa Sultan beni kendi döneminde yaşayan ve bir şekilde Yıldız Kütüphanesi'ne giren bir kitap kurdu mu zannetmişti? Rüyamı ciddiye almış olacağım ki hemen bir hesap yapmaya çalıştım. 33 yıl tahta kalıp 1909 yılında tahtan indirildiğine göre, bu durumda 1908 yılında olmalıydık. Ve tabi ben de 84 yıl ileride olmuş oluyordum.

"...Bu sözlerimle kendimi temize çıkarmak gibi bir derdim yok genç adam! Elbette hatalarım da oldu. Lakin hep hak bildiğimi yapmaya ve devleti sağ salim benden sonrakilere emanet etmeye çalıştım. Kanunlar yürürlüktedir ve ben de kanunlara uymaya azami gayret gösterdim. Bu yüzden kalbim müsterih ve kimin ne dediğini umursamıyorum. Sana tavsiyem, okuyacaksan daha faydalı şeyler oku." Sultan konuşurken sağ elimle sol kolumdan birkaç kıl çekip rüyada olup olmadığımı bir kez daha test etmeye çalıştım ama her şey Van Gölü'nün türkuaz renkli suları kadar gerçek, salına salına mecrasına doğru yol alan Bend-i Mahi kadar berraktı.

"Size 'Kızıl Sultan' diyorlar."

"Kimler?"

"Okuldaki bazı hocalarımız ve yine okuduğumuz tarih kitapları."

"Demek öyle. Madem muhterem hocalarınız ve kıraat ettiğiniz kitaplar hakkımızda bir hüküm vermiş. O halde bir süre misafirimiz ol ve bir hüküm de sen ver!" diyerek yavaşça doğruldu ve bastonu ile iki kez yere vurdu...

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin