XXVIII.

76 9 7
                                    


   Selim gidince ben de temizlik için yeniden raflara döndüm. Ancak elim ayağım birbirine dolaşmış ve ne yapacağımı bilemez bir hale gelmiştim. Bedenim böyleyken içim farklı mıydı sanki! Başıma gelmediği için bilemem ama her halde bağrıma paslı bir hançer saplansa ancak bu kadar acı verebilirdi. Belki geri gelir diye geç saate kadar bekledim ancak gelmedi. Çaresiz bir şekilde çantamı aldım ve tam çıkıyordum ki Haluk Baba eliyle sandalyeyi işaret ederek oturmamı istedi. Ben oturunca gülümseyerek

"Sevda hem yürek hem de sabır ister. Kuyudan Yusuf'u, denizden Yunus'u, ateşten de İbrahim'i kurtaran bir Allah'ımız varken karamsar olmak biz kullarına yakışır mı hiç?" Dedi. Ona hiçbir şey söylemediğim halde Selim'i sevdiğimi biliyordu. Yine de saklamak istedim ve

"Düşündüğünüz gibi değil efendim. Hem daha yaşım ne başım ne?" diyerek konuyu değiştirmek istedim ama Haluk Babanın beni azat edeceği yoktu.

"Sevda yaş işi değil yürek işidir kızım."

"Haklısınız efendim."

"O halde anlat kızım. Yüklü bulutlar bir miktar boşalmadan yoluna devam edemezlermiş." Bu emrivaki karşısında utana sıkıla konuşmaya başladım:

"Aslında... Şey... Nasıl desem ki... Ben aslında içimi dökmeyi pek beceremem. Kaç zamandır bir derdim var ve ben bunu annemle bile konuşmaya sıkılıyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim ben onu çok seviyorum. İstiyorum ki hep yanında olayım. O gidince içimde tıpkı uzaydaki kara delikler gibi kocaman bir boşluk oluşuyor. Hem öyle bir boşluk ki başka hiçbir şeyle dolmuyor. Onsuz geçen her bir gün için yüreğime bir taş basıyorum ama her geçen gün biraz daha ağırlaşan bu sevdayı taşıyamıyorum artık."

"Yaradan'a olmayan her aşk, yaralarmış kızım. Dolayısıyla mecazi aşkın tabiatında vardır acı çekmek. Yalnız maksadım mecazi aşkı küçümsemek değil. Mecazi aşkı bilmeyen ilahi aşka eremez zaten. Mecazi bile olsa aşka düşünce önce yaralanacak sonra yanmaya başlayacaksın. Belki önce çok acıtacak ama çok geçmeden bedeninin daha doğrusu bedenini de taşıyan ve aslında özün olan ruhunun bu yanmaya intibak ettiğini göreceksin. Derken intibak eden ruhun ve ona uyum sağlayan bedenin, yandıkça yanacak ve ilginç bir şekilde bu yanmaları kâfi görmeyip daha çok yanmak isteyeceksin. Çünkü her yanmanın beraberinde ham taraflarını götürdüğünü ve seni biraz daha pişirip kıvama erdirdiğini görecek ve tam da bu esnada her gün aynada gördüğün aksinden başka bir aksin daha doğrusu benliğinden öte bir benin olduğunu fark edeceksin. Bunu fark ettiğin anda bir de bakacaksın ki maşukun tıpkı kelebekler gibi etrafında pervane olmuş. Ama o aşamaya geldiğinde yani vuslata erdiğinde, bu vuslatın sana yetmediğini daha doğrusu gerçek vuslatın bu olmadığını anlayacak ve bu fasıladan itibaren asıl açlığı daha doğrusu asıl aşkı hissedecek ve bulmak için yeniden yollara düşeceksin. Sözün özü kızım; Yunus'un dediği gibi 'Bu yol uzundur, menzili çoktur, derin sular var...' Eğer pes edeceksen hiç çıkma bu yola. Şayet çıktı isen gerekirse bir taş değil iki taş basacaksın yüreğine. Basacaksın ki; ihtişamını taşlarından alan Van Kalesi gibi güçlü olacak aşkın ve öylesine sevdalar gibi değil ölesiye sevdalara denk ilânihaye sürüp gidecek."

"Haklısınız ama sanki hep onu kaybedeceğim gibi geliyor. Bazen keşke hep uzak olsa diyorum. Çünkü uzak olsa belki kavuşuruz diye ümitlenirim. Kavuşmak kelimesi ne kadar sıcaksa kaybetmek sözcüğü de o kadar soğuk hatta ürkütücü. Bir de ya birini seviyorsa ya da severse diye çok korkuyorum..." Galiba çocukça konuşmaya başlamıştım. Bu yüzden güldü Haluk Baba ve

"Bir başkasını sevse yine de onu sevmez misin?" diye sordu. Hemen içimi yokladım ancak Haluk Baba bu soruyu cevap almak için sormamış olacak ki devam etti:

"Tene değil cana yani ruha daha doğru tabirle öze talip olanlar gerçek aşktan söz edebilir ve ancak böylesi âşıklar, aşkın ağır yükünü yüklenebilirler. Eğer aşk tende yani bedende ve bedenlerin birlikteliğinde aranıyorsa o aşk değil başka bir şeydir. Belki de sadece geçici bir heves ya da onun gibi bir şeydir. Bir anda alevlenir ve sonra geçip gider. Eğer soruma cevabın 'Evet' ise zahiri uzaklıkların ne ehemmiyeti var ve hal böyleyken gayri niye gamlanırsın ki. Aslında 'Gönlü aşka düşene öğüt yaramaz.' derler ama ben yine de söyleyeyim: Gönül işlerini çok bilemem ama Selim'i bilirim. O öyle bir gönle sahip ki; onun gönlü telgraf telleri gibi her yöne değildir. Yeter ki birini sevip bağlansın. Bir ağacın kökleri nasıl sımsıkı sarılırsa toprağa öyle sarılır sevdasına ve artık onun aşkı sonsuza dek sürüp gider. Hem her şeyi hayra yormaya çalış. Madem geçen geçmiş, gelecek de daha gelmemiş. O halde daha olmamış bir şeyi sanki olmuş gibi düşünerek tatlı canını üzme. Senin nice olumsuz gördüğün şey vardır ama aslında Allah bilir nice hikmetlere gebedir. Eline aldığın bir şeyi kilit zannedersin ama bir de bakarsın ki gönül kapılarını açan kullanışlı bir anahtara dönüşmüş..." Haluk Baba buna benzer daha bir sürü şey söylediği gibi ruh halime uygun şiirler de okudu. Ancak utandığım için az konuşup daha çok dinlemeyi tercih ettim. Açıkçası bu sohbet iyi gelmiş, yüreğim az da olsa ferahlamıştı. Teşekkür ederek kalktım ve hafiflemiş bir bulut gibi evimin yolunu tuttum.

Artık odamdaydım ancak bir saniye olsun aklımdan çıkmıyordu. Onu o kadar merak etmiştim ki yerimde duramaz, kabıma sığamaz olmuştum. Sanki odada değil de alabildiğine dar kazılmış bir mezardaydım. Hareket etmek istiyor ancak başımı sık ve neredeyse hiçbir aralık kalmayacak şekilde istiflenmiş kalın, ıslak ve de soğuk tahtalara vuruyordum. Keşke ruh halimi tam olarak anlatabilseydim. İnsan her hissettiğini anlatamıyormuş ve şairin dediği gibi 'Bu derde düşmeden...' de anlayamıyormuş. Sadece şu kadarını söyleyeyim; yaşadığım en uzun gecelerden biriydi. Sanki kutuplara has gecelerden bir gece, davetsiz bir şekilde gelip odama misafir olmuş, bense uyuma melekemi bir daha geri kazanamayacak şekilde kaybetmiştim. Öyle çaresizdim ki ne can dostum olan günlüğüm ne sınır tanımaz hayallerim ne de Polyannacı ruhum sıkıntımı bir nebze olsun hafifletmiyordu. Sadece Haluk Baba'nın gün içinde söylediği şiirlerden bir mısra beynime kazınmışçasına ha bire onu tekrar edip duruyor ve nedense bu tek mısra ile teselli oluyordum:

'Aşk cellâdından ne çıkar, mademki yâr vardır...'

Evet, aşk cellâdı her dakika canıma kast etmek için beklese de üzülmemeliydim. Çünkü hepimizin yar ve yardımcısı olan ve hep bir birimizi emanet ettiğimiz ve ondan başka da sığınacak bir kapımızın olmadığı bir yâr vardı. Hem öyle bir yâr ki ne kadar vefasızlık edersek edelim bize darılmadığını ve hangi zaman aralığında olursa olsun kapısının bize hep açık olduğunu bildiğimiz bir yâr... Böyle düşününce rahatlamış ve bu rahatlığın etkisiyle bir karar almıştım. Onu gördüğüm ilk anda hiç lafı evirip çevirmeyecek ve aşkımı itiraf edecektim. Umarım sabah kalktığımda fikrimi değiştirmezdim...

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin