XVI.

112 10 5
                                    


     Keşke ben de onunla gidebilseydim. O an için'Onunla git ama üniversite sınavını kazanma' diye bir tercihe zorlansam, kesinlikle onunla gider ve en büyük hayalimden tek celsede vazgeçerdim. Selim gidince suratım düşmüş olacak ki Haluk Amca gülümseyerek yüzüme baktı ve neden üzgün olduğumu sordu. Hemen gülümsemeye çalıştım ama muhtemelen başaramadım. Gerçi ben hep böyleydim. Yapmacıktan da olsa rol yapamazdım ve içimde her ne varsa olduğu gibi suratıma yansırdı. Annem bu tabiatım için 'Ne güzel' dese de ben bu halimle hiç barışık olamadım. Açıklama yapmak yerine müsaade isteyip kapıya yöneldim. Tam çıkıyordum ki sanki dükkânda bir şey unutmuşum gibi Haluk Amca nefes nefese peşimden geldi.

"Rüveyda! Kızım!"

"Efendim Amca?"

"Kapıdan çıkınca sağa dönüp cadde boyu yürü. Valilik binasına geldiğinde yine sağa kıvrılıp hastane yoluna sap. Hastaneye varmadan sol tarafında bir kahvehane göreceksin. Orası 'Pala Bey'in Kahvehanesi'dir. Gerçi kahvehane alt katta ama dışarıya konan kürsülerden rahatlıkla bulursun. Oranın çayı çok güzel oluyor. Eminim ki çok beğeneceksin."

"İyi de kahvelerde hep erkekler oturmuyor mu?"

"Evet ama sen yine de git, pişman olmazsın." Haluk Amca'nın ardımdan koşturup gelmesi ve sonra kahvehaneye gitmemi istemesi çok tuhafıma gitmişti. Yine de

"İnşallah!" diyerek çıkıp yürümeye başladım. Amca, cevabımı kâfi bulmamış olacak ki bu kez de arkamdan tembihler gibi bağırdı:

"Tam karşısında hastane var! Mutlaka görürsün! Hem çok yakın!" Gülümseyerek el salladım ve arkamdan baktığı için çaresiz o istikamete doğru yürümeye başladım. Biraz daha geç kalırsam annem beni kesinlikle eve almayacaktı ama yola koyulmuştum bir kere. Birkaç dakika yürüdükten sonra sağ tarafımda büyük bir bina gördüm. Galiba valilik burası oluyordu. Sağa dönüp yukarı doğru devam ettim. Cadde üzerinde dükkânlar, pasajlar ve eczaneler vardı. Eczaneler olduğuna göre, hastaneye yaklaşmış olmalıydım. Birkaç adım daha atınca yolun sola doğru keskin bir şekilde kıvrıldığını fark ettim. Aynı zamanda kaldırım üzerinde tabureler, masalar ve çay içen insanlar vardı. Haluk Amca'nın tarifine göre, kahvehane burası olmalıydı. İyi de ne yapacaktım şimdi? Dışarıdaki masalarda oturanlar hep erkekti ve muhtemelen içerisi de öyleydi. Bir parça sıkılsam da içimdeki sese kulak vererek basamakları iyice aşınmış beton merdivenden ihtiyar bir kaplumbağa yavaşlığı içinde aşağı indim.

İçeride özenle dizilmiş tabure ve masalar, hemen sağ tarafımda ise sunta ile çevrili küçük bir çay ocağı vardı. Kahvehane büyük sayılmazdı ama bulunduğum yerden görünmese bile yan tarafı da vardı. Sözelci olduğumdan öyle metre kare hesabı yapamam ama orta büyüklükte ve L şeklinde bir salondan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Annemin hep istediği ancak bir türlü sahip olamadığı türden bir L salon. Tabi ben salonu incelerken içeridekiler de beni inceliyordu. Çaylarını yudumlayan ve video takılı televizyondan uzak doğunun o garip filmlerini izleyen adamlar, istiflerini bozmasalar da kaçamak gözlerle bana bakıyor ve niçin orada olduğumu anlamaya çalışıyorlardı. Haksız da değillerdi. Salonun girişinde bostan korkuluğu gibi hareketsiz bir şekilde bekleyen ve angut kuşu gibi şaşkın şaşkın etrafa bakan bir kız hakkında ne düşüneceklerdi ki... Bu bekleyişim yaklaşık bir yarım dakika sürmüştü ki çay ocağının aşağı yukarı bir buçuk metrelik kapısı gıcırdayarak açıldı ve içinden neredeyse tüm yüzünü saran pala bıyıklarıyla kırklı yaşlarda, orta boylu, kafasının ön tarafındaki saçları kısmen seyrek, mütebessim çehreli bir adam çıkıverdi. Siyah peştamalıyla buram buram terlemiş yüzünü sildi ve Van'a özgü şivesiyle

"Hoş gelmişsen!" Dedi. Ne söylemeliydim şimdi? Birkaç saniye düşündükten sonra bir açıklama yapmaya çalıştım:

"Hoş bulduk efendim. Şey!.. Ben!.. Aslında sizin buranın çayını çok methettiler. Bir de Amca çok ısrar etti... Yine de ben gelmeyecektim ama arkamdan da öyle bağırınca... Bir de aile yeriniz varsa..." Lafı eveleyip geveliyor ama bir türlü neden orada olduğumu izah edemiyordum. Ruhum hiç olmadığı kadar sıkılmış, L şeklindeki salon sanki U şekline dönüşüp her iki taraftan bedenimi preslemeye başlamıştı ve ben daha fazla saçmalamadan çıkıp gitmeyi planlıyorken birden karşıma Selim çıktı ve gülümseyerek karşıladı beni. Büyük bir hazine bulmuş gibi hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. Hele

"Selim!" diye çığlık atınca adamların hepsi dönüp bana baktılar. İzledikleri filmin arasına giren kısa reklama dönmüş olsam da umursamadım. Hem şu anda izledikleri Bruce Lee, tek bir sahnede bile yüzlerce kez bağırırken ve bunu dövüş tekniğinin olmazsa olmazı diye takdim ederken ben bir kere bağırmışım, çok muydu?

"Hoşgeldin Rüveyda?" Hala çok şaşkındım ve titrek bir ses tonuyla

"Burada mıydın?" diyebildim.

"Televizyonla pek aram olmadığından yan tarafta oturmuş, çay içiyordum. Hadi gel dışarı çıkalım." Dedi ve teklifsiz bir şekilde sırtımdan çantamı alarak eliyle yol gösterdi. Ben önde Selim de arkamda olduğu halde dışarı çıktık ve tenha sayılabilecek bir masaya oturduk. Oturduğumuz sandalyeler, bildiğimiz tabureydi aslında. Yaklaşık 40 cm. boyunda, dört tahta ayağı olan ve oturma yeri gergin siyah kayıştan yapılmış tabureler. Gerçi etraftakilerin konuşmalarından bu taburelere 'kürsü' dediklerini duyuyordum. Hafifçe sol tarafımızda hastane, tam karşımızda ise yüksekçe bir dağ vardı. Henüz kış gelmemesine rağmen doruklarında kar vardı ve güneşle ılıttığı tatlı soğuğunu ciğerlerimizle buluşturacak kadar da yakındı. Biraz sonra pala bıyıklı adam, elinde çay dolu bardaklarla çıka geldi. Bir elle birden fazla bardak taşınabildiğine ilk kez şahit oluyordum. Belki 15 belki de daha fazlaydı. Etraftaki masaları atlayarak ilk önce bizim masamıza iki çay bıraktı. Hem görünüşüyle hem de elinde taşıdığı onca bardakla sıra dışı olan bu adamdan gözümü bir türlü ayıramıyordum. Bizim masamızdan sonra diğer masalara ve bitişiğimizdeki birkaç dükkâna çay verdikten sonra geri döndü. Hem onun hem de iki çırağının özellikle bizim masamızla ilgilenmesi dikkatimi çekmişti. Hem sadece onlar da değil; neredeyse yoldan geçen herkes gayet ciddi bir şekilde Selim'i selamlıyor, birkaç kelime ile hal hatır sorup öyle geçiyorlardı. Önüme konan çaydan bir yudum alınca Haluk Amca'ya hak verdim hemen. Çayın çok güzel bir tadı ve farklı bir kokusu vardı. Bunu Selimle paylaştığımda

"Evet, tomurcuk katıyorlar. Bildiğim kadarıyla bu şehirde bir tek bu kahvehane böyle çay yapıyor." Diye cevap verdi ve böylece sohbetimiz başladı.

"Bu yüzden mi buraya geliyorsun."

"Buranın çayını seviyorum Rüveyda ama bu yüzden buraya gelmiyorum. Pala Bey ne zaman başımız sıkışsa rahatlıkla kapısını çalabileceğimiz mert bir adamdır. Çaydan ziyade ona sevgi ve saygı duyduğum için buraya geliyorum desem daha doğru olur."

"Pala Bey bıyıklarıyla çok sevimli. Bir de ben, elinde taşıdığı bardaklara çok şaşırdım. Bir insan bu kadar bardağı hem de hiç dökmeden nasıl taşıyabilir?"

"Kolay olmasa gerek. Pala Bey geldiğinde, nasıl yapabildiğini sorarız."

"Bir de şey!.. Şey diyecektim. Buraya geldiğim için bana kızdın mı?"

"Ne münasebet? Hiç olur mu öyle şey! Ama merakımı mazur gör; beni takip mi ettin?"

"Etmedim ama aslında, nasıl desem... Bak vallahi de şöyle oldu..."

"Tamam tamam! Bir şey deme Rüveyda!" Gülüyordu. Ah Haluk Amca; demek Selim'i sevdiğimi anlamış ve bizi bu şekilde buluşturmuştu. İyi de Selim'i sevdiğimi gösterir ne yapmıştım da bunu hemen anlayıvermişti?

"Şey! Bir de benim burada oturmam ne kadar doğru?"

"Benim açımdan sorun yok ama her halde sen bir ilksin."

"Seni de zor durumda bıraktım galiba. İstersen ben kalkayım."

"Biraz geç oldu. Sakıncası yoksa sana evine kadar eşlik edeyim." Beklemediğim bu teklif karşısında ne diyeceğimi bilemedim. O anki sevincimi hiçbir kelime ile ifade edemezdim ve şayet cevap verecek olsam kesinlikle saçmalayacaktım. Bu yüzden hemen kalkıp kollarımı iki yana açtım ve daha çok babama yaptığım şımarık bir tavırla:

"Ben hazırım!" dedim...

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin