Rüveyda
Kent Kitap Kırtasiye(Van)/27 Ekim 1992 Salı
Okuldan sonra doğruca Kent Kitap Kırtasiye'ye giderek ilk iş günüme başlamış oldum. Haluk Amcaya selam verdikten sora mutfağa geçip çaydanlığı ocağa koydum. Çay suyu kaynarken bir kovaya su doldurup pencereye en yakın rafların bulunduğu bölüme gittim. Ne de olsa burası dükkânın vitrini sayılırdı ve ilk önce buraya çekidüzen vermek gerekirdi. Öncelikle raflardaki kitapları tahliye edip sonra temizlik yapmak niyetindeydim. Ancak rafların iç kısımlarında örümcekler ağlarını örmüş, başta kitap kurtları olmak üzere avlarını pusuya düşürmek için bekleşmedelerdi. Ne örümceklere ne de kurtlara kıyamadığımdan temizliğe ara verdim ve kaçıp kurtulmalarını bekledim. Tabi böyle yapınca ister istemez işim uzuyor hatta hiç iş yapamıyordum. Olsun, yine de acele etmiyor ve sabırla bekliyordum. Aslında beklediğim sadece bu küçük canlıların kaçıp kurtulmaları değildi. Bir şey daha bekliyordum hem de tüm zerrelerimle. Neyse ki birkaç dakika sonra muradıma erdim. İçeri girer girmez ceketini çıkarıp usulca askılığa astı ve elinden hiç düşürmediği iri taneli tespihini bileğine dolayarak Haluk Amcanın karşısına oturdu. Sırtı dönük olduğundan beni görmüyor ve bu sayede ben de onu rahatlıkla izleyebiliyordum. Artık unutmuştum kitapları, kurtları hatta temizliği... Yaklaşık bir çeyrek saat geçmişti ki yerinden doğruldu ve bana baktı. Yeni gülmeyi öğrenmiş bir bebeğin yüzüne gülmek nasıl yakışıyorsa ve bu gülümseme nasıl içten, pazarlıksız hatta karşılıksız ise işte öyle bir çehre ile yanıma geldi. Nabzım, küçük dağ faresi gibi hiç olmadığı kadar hızla atarken kalbim dengemi bozacak şekilde ayarsızlaşmıştı.
"Merhaba Rüveyda."
"Merhaba." Bir bana bir de raflara baktıktan sonra
"Hayırdır? Yoruldun mu yoksa?" diye sordu. Elimdeki bezi kenara bırakarak örümcekleri gösterdim.
"Yorulmadım. Sadece bazı sakinler var ve belki kaçıp kurtulurlar diye bekliyorum."
"Desene sen de benim gibisin. Ben de hiçbirine kıyamam." Dedikten sonra kovayı alıp gitti. Arkasından
"Dur!" diye bağırsam da oralı olmadı. Biraz sonra ağzına kadar dolu kova ile çıka geldi. Gülümseyerek
"Buranın çalışanı benim, sen değilsin." Dedim.
"Yine de yardımcı olabilirim, öyle değil mi?"
"Senden yardımcı olmaz ki!"
"Neden Rüveyda?"
"Bir kere kovamdaki su zaten temizdi. Ayrıca doldurup getirdiğin kovaya bir bak! Bu kadar doldurulur mu hiç? Bezi içine koyup yıkamaya başladığım anda kova taşar ve her taraf su olur." Diye bir açıklama yaptım. Bir kovaya bir de bana baktıktan sonra gülerek kovayı tekrar aldı ve bu kez yarısını boşaltmış olarak geri geldi. Elinden kovayı aldım ve kurtların kaçıp kurtulduklarından emin olduktan sonra temizliğe başladım. O da raflardan kitapları alıp birkaç adım öteye istiflemeye başladı. Büyük bir ciddiyetle işini yapıyor ve bunu yaparken de ne konuşuyor ne de dönüp yüzüme bakıyordu. Bense bir iki raftan sonra işi tamamen bırakmış, sadece ona bakıyordum. Hem öyle kaçamak da değil kendimi ele verecek şekilde bakıyordum. İçimden bir ses, bu halin böyle gitmeyeceğini daha doğrusu gitmemesi gerektiğini söylüyordu. Belki de içimdeki sese kulak verip artık söylemeliydim. İlk rafın tahliyesi bittikten sonra dönüp bana baktı ve böylece göz göze geldik. Galiba yakalanmıştım.
"Ne oldu Rüveyda? Niye öyle bakıyorsun?"
"Yok bir şey. Sadece... Şey... Ben aslında şey diyecektim."
"Evet?" Söylersem hakkımda ne düşünürdü acaba? Tamam, birini sevmek kötü bir şey değildi ama olumsuz bir cevap alırsam sonra nasıl bakardım yüzüne? İçimdeki ses yeniden devredeydi ve beni cesaretlendirmek için ha bire konuşuyordu: 'Kız bundan iyi fırsat mı olur! Gözlerine bakıyor kaç dakikadır, görmüyor musun! Seni sevmese böyle bakar mı?..' Galiba cesaretim artmıştı.
"Ben... Ben sana diyecektim ki... Aslında nasıl diyeceğimi de bilmiyorum. Daha önce hiç... Yani daha doğrusu..."
"Çocuklar hadi çay hazır!" Tam cesaretimi toplayıp söylemeye çalıştığım bir anda Haluk Amcanın seslenmesiyle cümlem yarıda kaldı. Buna rağmen tezgâha yönelmeyip ısrarla cümlemi tamamlamamı bekliyordu. İçimdeki ses, hala konuşuyor ve böyle bir fırsatı bir daha bulamayacağımı söylüyor ise de cesaretim kırılmıştı artık.
"Ne oldu Rüveyda? Niye sustun?"
"Yok bir şey Selim." İyice yaklaştı. İzci bandosunun davulcusu gibi küt küt vuran kalp atışlarımı, duyacak kadar yakındı. Hele gözlerime öyle derin bakıyorken içimden geçenleri saklayabilir miydim?
"Bir şey diyecektin ama nedense vazgeçtin. Söyleyinceye kadar çay içmek yok."
"Evet, bir şey söyleyecektim ama çaylar soğuyor."
"Dert ettiğin şeye bak! İcabında soğuk da içeriz!"
"Öyle ama! Bi de Haluk Amca bekliyor."
"Bence de Haluk Baba beklemesin. Bu yüzden çabuk söyle de gidelim."
"Çay içtikten sonra söylesem?"
"Olmaz! Şimdi söyle!"
"Haluk Amca'nın duymaması lazım ama."
"Kulağıma söylersen duymaz." Diyerek iyice yaklaştı. Derin bir nefes alarak kulağına eğildim. Alabildiğine kısık bir sesle
"Akşam iş çıkışı, evime kadar bana eşlik edersen söylerim." dedim. Tebessüm ederek kafasını salladı. Ancak hala gözlerime bakıyordu. Bir ona bir de yaklaşık 20 metre uzağımızdaki Haluk Amcaya baktım. Utanmaya başlamıştım. Selim de bunu fark etmiş olacak ki her bir zerreme işleyen ela gözlerini ağır ağır üzerimden çekti ve birlikte masaya yöneldik. Çayımdan bir yudum almıştım ki Haluk Amca bana bakarak
"Kaçak çayı bilir misin?" Diye sordu. İlk kez böyle bir çay ismi duyuyordum.
"Kaçak çay mı?"
"Evet ama kaçak denildiğine bakma, her yerde aleni bir şekilde satılır. Bizim mutfakta da var. Normal çaydan kâfi derecede demliğe koyduktan sonra küçük bir kaşık da ondan katıyorsun. Böylece hem çayın rengi daha koyu oluyor hem de hoş bir tadı oluyor. Bir daha çay yaptığında dene istersen. Ama beğenmezsen koymazsın." Bu sözlerden Haluk Amca'nın ve belki de Selim'in kaçak çayı sevdiklerini ve bundan böyle çayı kaçak çayla demlememi istediklerini anlamıştım elbette.
"Peki baba." Dememle Selim'in kahkahalarla gülmeye başlaması bir oldu. Önce niye güldüğüne bir anlam veremedim ancak kurduğum cümleyi yeniden düşününce niye güldüğünü anladım. Evet, ben de onun gibi Haluk Amcaya 'Baba' diye hitap etmiştim. Hemen dönüp Haluk Amcaya baktım. Yüzündeki gülümsemeye bakılacak olursa kendisine 'Baba' diye hitap etmemden mutlu olmuş gibiydi. O halde bundan sonra ben de tıpkı Selim gibi baba diyecektim.
"Anlat bakalım kızım, okul nasıl gidiyor?"
"Pek anlatılacak bir şey yok baba. Neredeyse her gün aynı gibi." Selim hala gülüyordu.
"Yine de anlatılacak bir şeyler vardır illa ki."
"Aslında bugün okulumuz biraz karışıktı. Ben henüz görmedim ama okulda bir kabadayı varmış. İşte o kabadayının arkadaşları dayak yemişler. Bugün okulda herkes bunu konuşuyordu hatta hocalar bile." Lafımı bitirmemle Selim'in bardağını adeta kırarcasına masaya çarpması bir oldu. Ayağa kalktı ve hiçbir şey söylemeden koşarak gitti. Kapı sert bir şekilde kapanırken aldığım tek yudum çay da boğazımda kaldı. İyi de ben ne demiştim şimdi? Bizim okuldaki bir olay, onu ne diye ilgilendiriyordu ki? Dönüp Haluk Babaya baktım ve neden gitmiş olabileceğine dair fikri olup olmadığını sordum. Baba benim telaşımın aksine oldukça rahat tavırlarla
"Geldiğinde ona sorarız kızım." Dedi ve gözlüğünü takarak takip ettiği kitabına yöneldi...
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasíaTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)