O çıkınca ben de kalktım ve yeniden rafları incelemeye koyuldum. Yaklaşık bir çeyrek saat sonra kapı açıldı ve içeriye ellili yaşlarda orta boylu, siyah gür sakallı ve zayıf vücuduna oranla yanakları dolgun biri girdi. Haluk Amca olmalıydı. Aramızdaki mesafe kısaldıkça kandil gibi parlayan yüzünü daha net görebiliyordum. Birkaç numara büyük ve uzun kolları içerisinde parmaklarının dahi kaybolduğu kareli bir ceketi ve ceketinin altında ise baklava dilimini andıran gri renkli bir yeleği ve yine bir zincir marifetiyle yeleğe takılı gümüş rengin baskın olduğu köstekli bir saati vardı. Bir an için gözlerimi bu güzelim saatten ayıramamış ve rahmetli dedemi hatırlamıştım. Çocukken yeleğine asılı köstekli saatini çekiştirmek ve alıp kurcalamak en büyük eğlencemdi. Dedem saatine gözü gibi bakar ve kimseye dokundurtmazdı ama torunu olarak her zaman bir toleransa sahiptim. Göz göze geldiğimizde, o da Selim gibi gülümsedi. Elimdeki kitap listesini uzatarak beklemeye başladım. Haluk Amca bir taraftan kitaplarımı hazırlıyor diğer taraftan beni tanımaya çalışıyordu.
"İsmin neydi kızım?"
"Rüveyda, efendim."
"Siman da şiven de Vanlılara benzemiyor. Buralı değilsin galiba."
"İzmirliyim efendim ama orada da pek kaldığım söylenemez. Babamın memuriyetinden dolayı birazcık göçebe bir hayatımız oldu. Güneydoğu hariç neredeyse bütün bölgeleri dolaştık."
"Böylesi daha iyi olmuş kızım. 'Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?' diye hep sorulan bir soru vardır ya! Bu sorunun cevabı her ikisidir aslında. Çünkü biri olmadan biri eksik kalıyor. Sen gezme işini halletmişsin, bir de kitap okuyorsan..." Gülümseyerek
"Ben kitap okumayı çok severim Efendim." Diyerek beğendiğim ve saklama gereği duymadığım belki de tek özelliğimi, biraz da şımarık bir tavırla açığa vurdum.
"O halde bundan sonra sık sık dükkâna beklerim."
"Param oldukça gelirim efendim."
"Paran olmasa da gel. Ödünç alır, okuduktan sonra geri getirirsin."
"Çok teşekkür ederim ama bu yıl üniversite sınavım var. Edebiyat Öğretmenliğini kazanmak istiyorum nasipse. Çözmem gereken o kadar çok test var ki kitap okumaya vaktim kalır mı, hiç bilmiyorum."
"Allah hayırlısını nasip etsin kızım. Ancak kitap okumayı ihmal etme. İnsan bildiği kelimeler kadar düşünür ve o oranda kendini ifade eder. Eğer kitap okursan test sorularını daha iyi anlar ve daha rahat çözersin. Başarısız birçok öğrencide temel sorun olarak ben hep okuma eksiğini gördüm. Okula gitmesine gidiyorlar ama ne hikmetse kitap okumuyorlar..." Uzman bir öğretmen gibi tespitler yapması ilginç gelmişti bana. Bence de böyle bir çelişki vardı ve ne yazık ki sadece öğrenciler değil öğretmenlerin bile bir kısmı okumuyordu. Amca lafını bitirinceye kadar bekledim ve sonra
"Haklısınız Amca. Bir de şey diyecektim. Az önce burada biri daha vardı; Çırağınız mıydı?" diye sordum.
"Çırağım mı?"
"Evet, az önce dükkândaydı."
"Ha Selim! O benim çırağım değil ama sık sık yanıma uğrar ve bana yardım eder."
"Anladım. Peki, borcum ne kadar?"
"Paran var mı kızım?" Hemen cevap vermek yerine şaşkın gözlerle yüzüne baktım. Tamam, Haluk Amca'yı böyle anlatmışlardı ama yine de şaşkınlığımı gizleyemedim. İlk kez böyle bir esnafla karşılaşıyordum. Zihnimi yokladığımda, Balçova'daki mahalle bakkalımız 'Hamit Dayının Dükkânı'nda bile böyle bir incelikle karşılaştığımı hatırlamıyordum. Galiba anne babamdan sonra 'Paran var mı?' diyen üçüncü kişi oluyordu Haluk Amca. Bu tavrı beni çok etkilemişti ve muhtemelen yüzüme de yansıyan sevinçle
"Var efendim. Sabahleyin babamdan almıştım bir miktar." Diye cevapladım son zamanlarda duyduğum bu en güzel soruyu.
"Peki, o halde şöyle yapalım kızım. Okul kitapların bizden olsun. Elindeki para ile de roman alırsın."
"Çok teşekkür ederim efendim ama olmaz. Ben parasız bir şey kabul edemem."
"Kitapsever birine bu kadarcık da olsa ikramımız olmasın mı? Bu yüzden kesinlikle itiraz istemiyorum." Haluk Amca son cümlesini son derece içten ve bir o kadar da kararlı kurmuştu. Bu güzel insanı kıramazdım elbette. Hemen
"Peki, Amca fakat ben bir kitabı almadan önce iyice incelemek isterim. Ancak eve çok geç kaldım. Bu yüzden yarın gelsem ve hem kitapları incelesem hem de beğendiklerimi alsam, olur mu?" diye bir öneride bulundum. Cevap vermek yerine gülümseyerek başını salladı ve bir poşete koyduğu kitaplarımı usulca uzattı. Teşekkür ederek aldım ve başımla selamlayarak dükkândan ayrıldım. Dışarı çıktığımda, çok lüzumlu bir şeyimi kaybetmişim gibi etrafıma bakınmaya başladım. Sanki bana ait bir şeyi dükkânda bırakmış ve öyle çıkmıştım. Karşıya geçmek için yolu kontrol ediyordum ki onu gördüm. Yan taraftaki parkı çevreleyen demirlere yaslanmış ve ellerini göğsünde birleştirmiş bir şekilde bana bakıyordu. Belki de dükkâna veya caddeye bakıyordu ama göz göze gelmiştik işte. Karşıya geçmeyi erteleyerek yanına gittim. Elimdeki poşete baktı ve
"Kitapların hayırlı olsun Rüveyda." Dedi.
"Teşekkür ederim." Diyerek mukabelede bulundum.
"Umarım çok başarılı olursun."
"İnşallah. Bir de şey diyecektim, az önce dışarı çıktın ya?"
"Evet!"
"Seni sıktım mı yoksa? Aslında pek konuşkan biri değilim ama niye bilmiyorum çenem düştü biraz."
"Hiç olur mu öyle şey! Hem keşke öyle olsaydı. Tam tersine sen susunca ben de rahat edesin diye dışarı çıktım."
"Hay Allah! Ben de kaç dakikadır seni sıktığımı düşünüp üzülüyordum." İkimiz de gülmeye başladık.
"Çantan ağır mı Rüveyda?"
"Yo!" diyerek elimi gösterdim ve
"Topu topu altı kitap ve iki defter." Diye bir ilavede bulundum. Yine susmuştuk. Aslında öyle çok konuşkan veya konuşmayı çok seven biri değildim. Okuduğum kitapların ekserisi az konuşmanın erdem olduğunda birleşiyorlardı ama şu anda ne kitaplar ne de bahsettikleri erdem umurumda değildi. Tek istediğim saçma sapan şeylerden bile olsa onunla konuşabilmekti. Hem de saatlerce. Fakat susan dîl olunca dil konuşamazdı ki. Yoksa tam tersi miydi? Mecburen el sallayarak ayrıldım.
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)