Bu bakışmalarımız ne kadar sürmüştü bilmiyorum ama sağ eliyle hafifçe omzuma dokundu ve
"Peki, ben gideyim, sen de rahat rahat ders çalış." Diyerek çıkıp gitti. Keşke arkasından bağırabilseydim ve gitmemesi için bir şeyler yapabilseydim. O an için yüreğimi öyle bir hasret kapladı ki neredeyse ağlayacaktım. Yaklaşık bir saat sonra Haluk Amca geldi ve dikkatli bir şekilde yüzüme bakmaya başladı. Suratım düşmesin diye içten içe dua ediyordum ama bunu başarabildiğimden pek emin değildim.
"Kızım sende bir hal var. Yüzün... Yoksa acıktın mı?"
"Acıkmadım. Ben genellikle iki öğün yiyorum Amca. Bir sabah bir de akşam. Hatta akşamları da pek yemediğimden neredeyse bir öğünle günü bitiriyorum."
"Demek öyle. O halde pek masrafsız bir kızsın. Seninle yuva kuran yaşadı." Utanmıştım bir parça. Haluk Amca iltifatlarına devam ediyordu:
"Hem masrafsız hem çalışkan hem de çok güzelsin. Güzellik dedimse de dış güzellik değil kastım. Neticede her beden bir süre sonra fenaya inkılâp eder ve güzellik de gurûb edip gider. Senin asıl güzelliğin dışına dahi akseden içindeki güzelliğin." Sıkıla sıkıla karşılık verdim:
"Nereden biliyorsunuz? Belki de içi dışı bir olmayan çok kötü biriyimdir." Cevap vermek yerine gülümsedi ve konuyu değiştirerek
"Bari çalışabildin mi?" Diye sordu.
"Çalışmaya çalıştım ama pek başaramadım galiba."
"Neden kızım?" İyi de şimdi ne diyecektim? Tamam, Selim'i sevdiğimi biliyordu ama yine de 'Onu düşünmekten çalışamadım.' desem uygun olmazdı ki. Böyle iki arada bir derede kalmıştım ki kapı açıldı ve Selim içeri girdi. Cevap vermekten kurtulmanın sevinci ile hemen ayağa kalktım ve
"Hoş geldiniz" deyiverdim. Sert bir ses tonuyla ve neredeyse azarlar bir dille
"Rüveyda!" dedi ve ela gözlerini gözlerime çiviledi. Allah'ım! Yine ne yapmıştım?
"Efendim."
"Ne zaman bitecek aramızdaki resmiyet?"
"Ne söyledim ki?"
"Ya 'Hoş geldiniz' de ne demek? Bana 'Hoş geldin' de ya da hiçbir şey deme. Sizli bizli konuşmalardan hiç ama hiç hazzetmediğimi daha önce de söylemiştim!"
"Peki efendim."
"Efendim" de yok." Destek arar gibi dönüp Haluk Amca'ya baktım. Amca kitabına bakıyor gibi yapıp müdahil olmayınca çaresiz yine Selim'e döndüm.
"Ne dememi istiyorsun?"
"Benim adım Selim."
"Tamam."
"Ne tamam?"
"Tamam Selim." Şükür ki durdu. Hala gözlerime bakıyordu ama artık yüreğime korku salan o sert ve soğuk bakışları yoktu. Kabaran dalgaların nedenli nedensiz durgunlaşması gibi durgunlaşmış hatta munisleşmişti. Sanki bir dakika önce kıyametler koparan o değilmiş gibi gülümsüyordu hatta. Bakışlarına su kadar, hava kadar hasret olduğum halde bir an bakışlarını benden hiç ayırmayacak diye çok korktum. Çünkü Haluk Amca hemen yanımızdaydı ve bu yüzden çok utanıyordum. Neyseki uzun bir gölgenin ağır ağır çekilmesi gibi yavaşça çekmeye başladı esiri olduğum ela gözlerini ve Haluk Amcaya dönerek
"Hadi baba bir saatliğine dükkânı kapatıyoruz." Dedi. Haluk Amca sebebini sorunca da
"İçimden geldi! Çıkıp bir hava alalım; hem bir şeyler yeriz." Diye cevap verdi. Köstekli saatini kurup yeni bir ayar veren Haluk Amca itiraz etmeden kapıya yönelirken bense oracıkta kala kaldım. Selim hemen bana döndü ve benim de kendilerine katılmamı istedi. Nereye gideceğimizi sorduğumda, önemi olup olmadığını sordu. Gülümsedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasíaTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)