XLII.

65 6 6
                                    



Selim

Kent Kitap Kırtasiye(Van)/26 Kasım 1992 Perşembe

Hem geçen Mart ayında trafik kazasında kaybettiğimiz rahmetli Şahin Bor kardeşimizin mezarını ziyaret hem de birkaç dosta misafir olmak için Salih Ağabey, Enis Dilmaç ve Erkan İnci kardeşimle birlikte iki günlüğüne Erciş'e gitmiştim. Okula döndüğümde Fehmi'nin çağrısı ile acilen toplandık. Toplantıda, Bekir'in adamlarının dükkânı basıp dağıttıklarını, hem Haluk Baba'ya hem de Rüveyda'ya hakaretler ettiklerini öğrendim. Başkaca izahata gerek yoktu. Bu kez Bekir'e acımayacak, bir daha gündem olmayacak şekilde defterini dürecektik. Kesinlikle ona vereceğimiz en hafif ceza, Van sınırlarını terk etmesi olacaktı. Eğer aslan olduğumuzu iddia ediyorsak bundan gayri sinek avlamayacak, sineklerle vakit tüketmeyecektik. Aldığımız karar gereği, ikindi sonrası ana kadroyla Beşyol'da toplanacak ve Bekir hangi delikte olursa olsun bulmadan pansiyona dönmeyecek, yataklarımızda yatmayacaktık. Toplantı bitince hızlı adımlarla dükkâna gittim. Yolda o kadar yumruklarımı sıkmıştım ki içeri girdiğimde Haluk Baba ile tokalaşamadım bile.

"Hayırdır Selim? Bir selamın da mı yok?"

"Burada neler oldu baba?"

"Dur evlat. Bir soluklan hele."

"Soluklanmanın değil, solukları kesmenin sırasıdır! Bana en ince teferruatına kadar anlatacaksın baba! Sakın bir şey gizleyeyim deme!"

"Bir şey olduğu yok evlat! Olsa söylemez miyim?"

"Saklama baba! Her şeyden haberim var! Sadece sana da teyit ettirmek için soruyorum!" Bir süre suskun kalan ve bu arada yüz hatlarımdan hiddetimi ölçmeye çalışan Haluk Baba, köstekli saatine bakıp geri cebine koyarken beni başından savmanın bir yolunu düşünüyordu muhtemelen. Çünkü ne zaman vakit kazanmak istese hep böyle yapardı.

"İnan bir şey yok. Olsa senden mi saklayacağız? Baksana kitaplarımız, tezgâhımız, dükkânımız kısacası her şeyimiz yerli yerinde. A! Bizim İkram Kali'yle Hacıoğlu lokantasında buluşacaktık. Nasıl da unutmuşum. Hemen gideyim de daha fazla beklemesin adamcağız."

"Baba bir dakika!" dediğimde duyduğum şey, kapanan kapının gıcırtısı olmuş, yaşının fevkinde bir çeviklikle hareket eden baba, gözden kaybolmuştu bile. O dakikaya kadar ürkek gözlerle bizi izleyen Rüveyda'ya döndüm hemen.

"Hani sen bir daha dükkâna gelmeyecektin?"

"Gelmeyecektim ama..." Cümlesini devam ettirmek yerine büyük bir suç işlemişçesine başını önüne eğdi.

"Keşke sözünde dursaydın ve gelmeseydin. Demek o köpekler sana da dil uzattılar." Ben susunca başını yavaşça kaldırıp gözlerime baktı. Sanki bir şey söylemek istiyor ama içindeki tereddüt her ne ise bir türlü aşamıyordu. Neler olduğunu ona da sordum ancak o da Haluk Baba gibi söylemek istemedi. Babaya bağıramıyordum ama Rüveyda'ya bağırmakta tereddüt etmedim. Gerçi birkaç gün önce bir daha da kendisine bağırmayacağıma dair söz vermiştim ama bu olay beni öyle çıldırtmıştı ki verdiğim sözü de karşımdakinin bir kız olduğunu da unutmuştum. Bu ipe sapa gelmez cinnet halimi görünce çaresiz konuşmaya başladı:

"Çok korkuyorum Selim!"

"Korkma Rüveyda, geldim ve bir daha da yanınızdan hiç ayrılmayacağım!"

"Hayır, onlardan yana bir korkum yok. Ben senin için endişeleniyorum."

"Benim için mi?"

"Söz ver bana Selim."

"Ne sözü Rüveyda?"

"Önce söz ver?"

"Peki, söz!"

"Erkek sözü ama!"

"Sözün erkeği, kadını mı olurmuş? Söz; sözdür!"

"Tamam, o zaman söz de?"

"Söz!"

"Gerçi Haluk Baba söylememem için sıkıca tembih etmişti ama madem söz verdin o halde söyleyeceğim. Bekir değil ama birkaç adamı gelip girişteki rafları devirdiler. Haluk Baba mani olmak isteyince onu ittiler. Ben hemen araya girdim ve onlara bağırdım! Ben bağırınca kırıp dökmeyi bıraktılar. O esnada içlerinden biri, ağza alınmayacak küfürler etti ve sonra 'Bekir başkanın selamı var.' deyip gittiler. İnan bu kadar Selim. Başka da bir şey olmadı. Şimdi senden bir şey istiyorum. Ne olursa olsun onlara bulaşmayacaksın."

"Yok ya! Hadi dükkânı kırıp dökmüşler ve bu yaptıklarını sineye çekelim! Ama yetmemiş beyefendiler Haluk Baba'yı itmişler hatta bu da zatı âlilerini kesmemiş olacak ki bir de küfretmişler! Ve sen şimdi kalkmış, tüm bu yaşananlara kayıtsız kalmamı istiyorsun, öyle mi Rüveyda?"

"Söz verdin ama."

"Söz önemli. Söz verilince tutulur ama bunu benden isteme Rüveyda! Mesela canımı iste, bir an bile tereddüt edersem namerdim! Ya da başka bir şey iste! Ama bu olmaz! Olamaz! Bekir denen adam müsveddesi bunun cezasını ödemeden olmaz! Yarın bu vakitler bu semanın altında Bekir diye bir isim olmayacak! Bunu engellemek istiyorsan, git mutfaktan bir bıçak al ve gelip sapla yüreğime! Yoksa bu yürek bu bedende olduğu sürece beni Allah'ımdan gayri hiç kimse yolumdan döndüremez!"

"Selim!"

"Kes Rüveyda! Ve sakın bir kelime daha etme, yoksa?.."

"Yoksa?"

"Rüveydaaa!!!" Yankıya sebebiyet verecek kadar bağırmıştım. Bu şekilde karşılık vereceğimi beklemiyor olacak ki önce irkildi ve sonra hemen montunu alıp gitmeye kalkıştı. Yanımdan geçerken kolundan tutup gitmesine mani oldum. Tir tir titriyor hatta ağlıyordu.

"Belki de haklısın Selim. Keşke buraya hiç gelmeseydim!"

"Seni evine bırakayım."

"Gerek yok, ben giderim!"

"İtiraz istemiyorum Rüveyda!"

"Selim!"

"Efendim Rüveyda?"

"Hani az önce senden söz almıştım ya. En azından eve yalnız gitmem için söz almış olayım senden. Hem böylece sen de sözünü tutmuş olursun, tamam mı?"

"Sözün de Bekir'in de... Tövbe Yarabbi! Ne olursa olsun seninle geleceğim!" Birdenbire iki elimi tuttu ve gözlerime bakmaya başladı. Masmavi gözleri, kapkara bulutların kuşattığı Van Gölü'nün en derin yeri gibi kararmaya başladı bir anda. Avuçlarıyla iyice kavradığı ellerimi bir süre sıktıktan sonra sayıklar gibi konuştu:

"Yalvarırım bırak da bir başıma gideyim. Hem niyetim yalnız yürümek değil, yalnız ağlamak. Eğer istersen bir başka gün yine birlikte gideriz."

"Hani bir daha ağlamayacaktın? Hani ağlayacaksak beraber ağlayacaktık?"

"Haklısın, birlikte ağlayacaktık. Bunu ben de çok isterdim. Ama karşı durulmaz hırsın, bendini aşan öfken, yüreğini bu kadar esir almışken ağlayabilir misin Selim?" Cevap vermek yerine sustum. Sımsıkı tuttuğu ellerimi yavaşça bıraktı ve kapıya yöneldi. Tatvan ufuklarında yavaş yavaş batan güneşin usulca gurub etmesi gibi ağır ağır yürüdü ve gözden kayboldu. Aslında ne derse desin yalnız gitmesine müsaade etmezdim ama en azından bu sözü tutabilmek adına itiraz etmedim. O gidince saate baktım; Beşyol'daki buluşmamıza daha vardı. Bu yüzden geçip Haluk Baba'nın masasına oturdum ve yorgunluktan ağırlaşan göz kapaklarımı yavaşça kapadım.....

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin