75

60 5 11
                                    


Kavgalarımıza şahit olan annem, bütün itirazlarıma rağmen bu sabah telefon edip Selim'i çağırdı. Hemen makyaj yaparak morluklarımı kapatmaya çalıştım ancak başaramadım. Morlukları kapatamayınca en azından kapıyı kapayıp eve gelen Selim'i içeri almak istemedim ancak bunu da başaramadım. Zorla içeri girdi ve Kurtuluş'u beklemeye başladı. Ne yaparsam yapayım gitmeyeceğini biliyordum. Çaresiz bir şekilde yanında oturup Kurtuluş'un gelmemesi için dua ettim ama o da erken sayılabilecek bir saatte eve geldi. Kapıyı açmamla beni itmesi bir oldu. Elimle sus işareti yapmaya çalışsam da nafile.

"Niye kapıyı geç açtın?"

"Yalvarırım bu akşam olsun sus!"

"Susmazsam nolur? Kendi evimde de mi konuşamayacağım? Hem sen kim oluyorsun da kocanla böyle..." Daha konuşuyordu ki Selim oturduğu koltuktan kalkıp yanımıza geldi. Onu gören Kurtuluş, cin çarpmış ve bu çarpmanın etkisiyle dili tutulmuş gibi önce hiçbir şey söyleyemeden Selim'e baktı ve sonra çabucak toparlandı.

"Hoş geldin Usta."

"Eyvallah Kurtuluş Efendi. Yalnız dışarı gel de hoş bulup bulmadığımı teferruatıyla orada konuşalım."

"Usta müsaaden olursa izah edeyim." Hemen kendimi aralarına attım ve evde konuşmaları için yalvardım. Selim itiraz etmedi ve

"Seninle pansiyondan Maraş Caddesi'ne kadar yürüdüğümüz o uğursuz geceyi hatırlıyor musun Kurtuluş Efendi?" diye bir soru sorduktan sonra yine kendisi devam etti.

"Ağlaya ağlaya, yana yakıla 'Ben Rüveyda'ya vurgunum.' demiştin; O gece söylediklerine inanmamıştım ama şimdi Rüveyda'nın yüzüne bakınca sana hak vermedim değil. Gerçekten iyi vurgunmuşsun ve bu vurgunluğunu belli etme tarzına da hayran kaldım fakat sen bu vurulmayı biraz değil bayağı yanlış anlamışsın. Neyse. Görüyorsun ki seninki aşk değil bir anlık hevesmiş. Hani şimdi 'Erkek adam iki günlük değil ömürlük sever.' Desem senin için bir anlam ifade eder mi?"

"Elbette ed..."

"Sus ulan köpek! Konuşman için söz mü verdim, lafımı kesiyorsun? O gün bana 'Ben onu çok ama çok seviyorum.' Demiştin. Demek çok seviyordun! O halde şimdi değişen ne oldu? Maharet fazlasıyla sevmek değildi Kurtuluş Efendi. Maharet ilânihaye sevebilmekti. Eskiden o sefil pansiyonumuzun köhne koğuşlarında sevdamızdan gayri neyimiz vardı bizim? Matematik öğretmenimiz Erkan Hoca 'Kişiliğin pay ise kendini ne zannettiğin de paydandır. Payda büyüdükçe kesrin değeri küçülürmüş.' Derdi hep. O günler hepimizin ezbere bildiği bu sözü unutmuş olamazsın! Şimdi her şeyin var ve bu yüzden kendini çok şey zannediyorsun ama kişiliğin ama adamlığın ama değerlerin... Yok! yok! Ne diye konuşuyorum ki! Sen konuşmaya bile değmezsin!" Konuşmasını bir anda kesen Selim, Kurtuluş'u kolundan tuttuğu gibi merdivenlerden çıkışa doğru sürüklemeye başladı. Peşinden koştum, bırakması için yalvardım ama dinletemedim. Benim araya girmemden cesaret alan Kurtuluş, karşılık vermek isteyince sert bir yumruk darbesiyle yere serdi. Ardından arabasından aldığı iple el ve ayaklarını bağladı ve tıpkı bir hallacın en inatçı pamuk yumağını alıp fırlatması gibi Kurtuluş'u tek eliyle bagaja fırlattı. Debelenmeye başlayan Kurtuluş'un ellerinin ve ayaklarının hatta kafasının kapıya sıkışmasına aldırış etmeksizin bir hışımla bagajı kapattı ve tam gidiyordu ki kolundan tuttum.

"Yalvarırım Selim, bırak onu!"

"Çekil Rüveyda! Bu gördüğün adam değil sadece bir çöp! Bu çöplerden öyle bir kurtulmak lazım ki geri dönüşümleri bile olmasın!"

"Nolursun bırak!"

"Hatırlıyor musun; Servet Hoca yeri geldikçe: 'Yamuk, matematik kitabında olduğu sürece problem yok.' derdi. Bu adam sandığım ve yıllarca yanımda dolaştırdığım lavuk, hepimizi yanıltarak tam bir yamuk çıktı. Benim de Servet Hoca gibi yamuklara tahammülüm yoktur."

"Yalvarırım yapma!"

"Rüveyda!"

"Hiç mi hatırım yok!" Bu son cümlem üzerine sustu Selim. Bütün öfkesine rağmen çabucak yumuşadı ve bagaja yönelip Kurtuluş'u çıkardı. Nasıl getirdiyse aynı şekilde yine sürükleyerek eve çıkardı. Bir taraftan ipi çözerken diğer taraftan

"Bu gece seni götürsem ne yapacağımı biliyor muydun Kurtuluş?" diye sordu. Yeniden özgürlüğüne kavuşmaya başlayan Kurtuluş, dudağının kenarından bir sızıntı gibi ince ince akan kanları silerken

"Bilmiyorum Usta." Diyerek kısık bir sesle cevap vermeye çalıştı. Selim cevap vermek yerine ipi tamamen çözdü ve ucu sivri ayakkabısıyla Kurtuluş'u salonun ortasına doğru itti. Kurtuluş doğrulmaya çalışırken Selim söyleyeceklerini tane tane söyledi hatta heceledi:

"Kırılsam da kıramayacağım kişiler var benim. Mesela Haluk Baba, mesela Servet Hoca, mesela Rüveyda... Şanslısın ki şu dakikada onlardan biri yanındaydı. Keşke bunlardan ilk ikisi gibi son saydığım da yanımda olsaydı ama ne yapayım ki o senin yanını seçti. Belki sen de bilirsin; Mecnun Leyla'ya kavuşamayınca Neffel diye çok güçlü bir adam devreye girer ve Leyla'yı Mecnun'a getirebilmek için Leyla'nın kabilesiyle savaşa tutuşur. Bunu gören Mecnun, sevinmek yerine Neffel'in yenilmesi için Allah'a dua eder. Çünkü şartlar ne olursa olsun aşığın tarafı, hep aşkının tarafıdır. Hala maneviyatın kaldıysa her şartta senin tarafında duran ve durmaya da devam eden bu kıza dua et. Yoksa seni öldürecektim Kurtuluş. Şunu da bir yere yaz ki artık sana can borcum kalmadı. Bir daha değil bu kıza el kaldırmak, yakınından dahi geçersen ve ben de bunu duyarsam gelirim..." Sesi titremeye başlamıştı.

"Gelirim ve seni öldürmekle kalmam, cesedini dahi parçalarım! Öyle ki girecek bir mezarın bile olmaz!" Kurtuluş başıyla onaylayıp odasına yönelmişti ki müdahale etti.

"Söyleyeceklerim daha bitmedi Kurtuluş Efendi! Bizim âlemde bir adam eşeklikte ısrar ederse ve bundan dolayı semer vurmak icap ederse artık fikri değil ölçüsü alınır. Demem o ki artık fikrinin de zikrinin de bir kıymeti yok. Bundan sonra tapusu ile birlikte bu ev Rüveyda'nındır. Hem merak etme böylesi daha iyi. Bütün değeri dünyalık şeyler olmuş senin gibi bir yamuktan dünyayı çekip alınca haraç alanın da kalmaz, yolunu kesen de. Şimdi bu evden defolup gideceksin! Ne zaman gelip gideceğine, tırnağı bile etmeyeceğin ama gel gör ki kocası olduğun Rüveyda karar verecek." Kurtuluş ağzını açıp bir kelime edecekti ki Selim, elini havaya doğru kaldırarak konuşmasına mani oldu.

"Tam 10 dakikan var. Hemen odana gidip valizini hazırla ve defol! Eğer on dakikayı bir saniye bile geçirirsen yemin ederim ki fikrimi değiştiririm! Ve sonra neler olacağını sen benden daha iyi biliyorsun!" Çabucak odasına yönelen Kurtuluş'a, birkaç dakika yetmişti. Küçük el valiziyle odasından çıktı ve arkasına dahi bakmadan adeta kaçarak gitti. O gidince Selim lavaboya gitti ve elini yüzünü yıkadı. Yanı başında durup havlu tuttum. Gülerek:

"Kolonya unutmuşsun." Dedi ve havluyu alıp yüzünü sildi. Havluyu geri uzatırken sitemle karışık

"Niye hep sustun Selim?" diye sordum. İfadesiz bir çehre ile gözlerime baktı. O anda niyeyse yıllar öncesine gittim ve kalabalık Cumhuriyet Caddesi'nin tam ortasında nedensiz bir şekilde uzun uzun gözlerime baktığı o tatlı anı hatırladım. Şimdi de öyle bakıyordu. Pek bir anlamı yok gibiydi bakışlarının ama öyle çok bakınca konuşacak diye ümitlenmeye başladım.

"Rüveyda!"

"Efendim Selim."

"Şu an bir bardak çay için neler vermezdim."

"Of ya!"

"Çok şey mi istedim."

"Hayır ama..."

"Tamam, sallama da olur. Gerçi 'Sallamadan çay, dallamadan adam olmaz.' derler ama ben buna da razıyım." Güldüm ve mutfağa yöneldim. Anlaşılan yine konuşmayacaktı. Zaten iki bardak çay içip gitti ve ben yine her zaman yapa geldiğim gibi ardından bakakaldım...

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin