İçeri girdiğimde Haluk Baba, masasında uyuyordu. Onu hiç uyandırmadan mutfağa gidip çayı demledim ve sonra tarih kitaplarının olduğu raflara yönelip kitapları karıştırmaya başladım. Öğlen ezanları okunurken Baba uyandı ve uçağı kaçırmaya ramak kalan yolcu misali koşa koşa camiye gitti. Bir süre sonra da Rüveyda dershaneden geldi. Yine çok mesafeliydi ve hiç selam vermeden mutfağa girdi. Ancak girmesiyle çıkması bir oldu ve çayı kimin demlediğini sordu. Cevap vermediğimi görünce yüzüme sert bir ifade ile baktıktan sonra
"Buranın çalışanı benim. Herkes kendi işine baksın." Diyerek pencere kenarına gitti ve kollarını göğsünde kavuşturup dışarıyı seyre koyuldu. Yanına gittim.
"Benim bir işim yok Rüveyda."
"Banane!"
"Beni de yanına al ve ben de sana yardım edeyim. Para da istemiyorum. Ücretsiz işçi yani."
"Of! Git başımdan Selim!" Çok kızgındı ama niye bilmiyorum onu kızdırmak hoşuma gitmişti. Haluk Baba gelinceye kadar bir sürü şey söyledim ve o da hep beni tersledi. Derken hep birlikte masaya oturduk. Rüveyda çayları doldururken ben de bir gazete açarak köfteleri üzerine koydum. Rüveyda bizim barakadan aldığımı öğrenince yemek istemedi. Haluk Baba yemesi için ısrar edince hijyenik olmadıklarını söyledi. Hijyen kelimesini duyunca elimde olmadan güldüm.
"Niye gülüyorsun! Söylediğim çok mu komik!"
"Hijyen kelimesi pek aşina olduğum bir kelime değil. O yüzden biraz garipsedim." Hala gülüyordum.
"Sen gül Selim! O tahtalar, o şişler belki de hiç yıkanmıyordur. Orada kaynayan mikrobun haddi hesabı yoktur."
"İyi de vücudumuz bunlara alışık değil mi zaten. Ben yıllardır yetiştirme yurtlarında, pansiyonlarda kaldım ve hala da kalıyorum. Yemeklerimizden kurt çıktığında 'Bugün etli yemek yiyoruz.' der ve o günü ziyafet günümüz telakki edere..." Lafımı bitirmemi beklemeden lavaboya koştu. Aslında bu son cümlemi komiklik olsun veya midesi bulansın diye kurmamıştım. Bunlar sıradan şeylerdi ve defalarca başımıza gelmişti. Birkaç dakika sonra çıkageldi. Ancak sofraya oturmak yerine raflara yöneldi. Babadan müsaade isteyip Rüveyda'yı aldım ve birlikte arabaya bindik.
Nereye gittiğimizi ısrarla sorsa da söylemedim ve yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından Muradiye Şelalesi'ne geldik. Şelaleye hayran kalan Rüveyda, Van'ın büyük bir turizm potansiyeli olduğunu ve bundan sonra gittiği her yerde Van'ın reklamını yapacağını söyledi. Ardından kurt gibi acıktığını ve yakınlarda büfe gibi bir şeyin olup olmadığını sordu. Ben de olduğunu ancak hijyenik olmadıklarını söyleyince kahkahalarla güldü. Açlığımıza bir çare bulabilmek için yeniden arabaya bindik ve Muradiye'de rastladığımız ilk evin kapısında durduk. Birkaç metrelik zincirle bahçedeki kurumuş kavak ağacına bağlı köpekten ürken Rüveyda, bir taraftan sıkıca kolumdan tutuyor diğer taraftan
"Selim ne yapıyorsun, bu evdekileri tanıyor musun ki kapılarını çalıyorsun?" diye soruyordu. Gülmeye başladım.
"Niye gülüyorsun? Her tip adam çıkabilir karşımıza! Haksız mıyım?"
"Bak Rüveyda, madem gittiğin her yerde Van'ı tanıtacaksın. O halde insanımızı da şöyle tanıt. Bu şehirde sadece bir çeşit insan yaşar. Eliyle, ayağıyla, gönlüyle, içiyle dışıyla tek bir çeşit insan ve bu insanları böyle tek tip yapan daha doğrusu 'Bir' yapan, istisnasız hepsinin de misafirperver oluşlarıdır. Bir de bu şehrin köpekleri ısırmak için havlamazlar. Onların havlamaları, misafir geldiğini haber vermek içindir."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)