Selim
Serasker Paşa Yalısı(Beşiktaş)/1908
"İki saattir neredesin be Selim?"
"Biraz dolaştım baba."
"Hayırdır? Yüzünden düşen bin parça?"
"Bir şey yok baba!"
"Yo! Yo! Senin bir derdin var."
"Kimin derdi yok ki!"
"Haklısın evlat! İstersen çıkıp biraz yürüyelim. Döndüğümüzde çayımızı demler ve bir güzel dertleşiriz."
"Ben bir hayli dolaştım baba ama sen istiyorsan çıkıp biraz gez. Ben de çayı koyayım."
"Peki evlat fakat bir saatten önce bekleme."
"Keyfine bak baba. Sıkıntı yok." Haluk Baba gidince önce çayı koydum ardından kitabımı elime aldım. Niye bilmiyorum bu kez kapağını açamadım. Elim bir türlü yapraklarına gitmediği gibi parmaklarımı dahi oynatamıyordum. İçimden bir ses beni raflar arasına doğru çağırırken kontrolün ben de olmadığını biliyordum artık. Anlamlandıramadığım bir şey, ruhumu olmasa bile bedenimi esir almış, kendi mecrasına doğru sürüklüyordu. İradesiz bir şekilde raflar arasına doğru yürürken sanki birisi dükkânın şalterini indirmiş gibi her yer karanlığa gömüldü bir anda. Başım dönüyor, tarifsiz bir ağrı şakaklarımı zonklatacak kadar tesirini icra ediyordu. Başımı iki elimin arasına alarak önce alnımı sonra gözlerimi ovmaya başlamıştım ki etraf yeniden aydınlanmaya başladı. Şayet doğru görüyor isem merdivenlerden aşağı doğru iniyordu ve ben de hemen arkasındaydım. Fakat nasıl olabilirdi? Burada zaman hiç mi ilerlememişti? Sanki durdurulan bir kasetin play tuşuna yeniden dokunulmuş gibiydi.
Aramızda üç basamak kadar bir aralık vardı ve ben bu mesafeyi muhafaza ederek yürüyordum. Giriş kata gelmiştik ama merdivenler aşağı bodruma veya oradaki bir mahzene doğru devam ediyordu. Benden beklememi isteyerek her adımda biraz daha kararan basamaklardan aşağı inmeye başladı. Gözden kaybolduktan bir süre sonra onun için endişelenip ben de aşağı indim. Merdivenlerin bitiminden itibaren yaklaşık yirmi metre ileride, karanlıkta raks eden cılız bir ışık belirdi. Belki de olduğum yerde durup beklemem daha doğru olacaktı ama ona yakın olabilmek arzumu bir türlü dizginleyemediğimden ilerleyerek kapısı açık duran odaya usulca girdim. İçeri girmemi sorun etmiyor olacak ki kapılarını açtığı büyükçe bir dolabı karıştırmaya devam ediyordu.
Hemen yanı başımızda yanan mum, yüzünü görmemi sağlıyor olsa da muma olan yakınlığımız nedeniyle bedenlerimizin birkaç katı büyüklüğündeki dev gölgelerimiz, zaten karanlık olan odayı daha da karanlık hale getiriyordu. Ayağına dolanmamak için kenarda beklemeye çalışıyordum ancak oda hiç olmadığı kadar küçük hatta odadan ziyade ufak bir kiler gibi olduğundan bunu başarabildiğim söylenemezdi. Baktığı yerde aradığını bulamamış olacak ki dolabın altına doğru eğilip çekmece gibi bir şeyi hızla çekti. Çekmecenin çekilirken çıkardığı ses ve yine ortalığı bir anda kaplayan kesif naftalin kokusu, odaya uzun süredir girilmediğinin kanıtı gibiydi. Çekmecedeki dörde katlı elbiseler arasından bir gömlek çıkarıp hiçbir şey sormadan üzerimde tuttu ve bedenime uyup uymadığına bakmaya çalıştı. Bir gömleğe bir de gömleği uydurabilmek adına harıl harıl hesap yapan ve bunu yaparken de devamlı farklı şekiller alan dudaklarının düzensiz ritmine intibak etmeye çalışan çehresine baktım.
"Galiba oldu gibi. Sence." Hemen cevap vermek yerine bir süre bekleyip karanlıkta koyulaşan ve aslında bu rengin de çehresine çok yakıştığı esrarlı gözlerine baktım. Belki arayıp bulduğu sadece bir gömlekti fakat sanki bu gömlek onun için bir gömlekten çok daha fazlasıydı ve şayet onaylarsam büyük bir zafer kazanmışçasına sevinecekti. Fakat düğme kısımları yakadan eteğe kadar işlemeli bir gömleği nasıl giyebilirdim?
"Bak bedenine de tam uydu." Tamam, böyle bir gömleği asla giymezdim fakat bunca çabasından sonra onu kırmadan bunu istemediğimi nasıl izah edecektim?
"Bir şey demeyecek misin?" Son cümlesini kurarken kısmen çatallaşan sesi, zifiri karanlıkla baş etmeye çalışırken tükenmeye duran mum ışığından daha cılız çıkınca, bir cevap vermem gerektiğini anlamıştım artık.
"Biliyor musun; benim geldiğim yerde, işlemeli şeyleri daha çok kızlar giyer. Sen istiyorsan giyerim ama benim tercihim, kahve ile işlediğin ve benim dün geceden beri çıkarmadığım gömleğimden yana. Müsaade et, yine o kalsın üstümde." Gülümsedi fakat cevap vermek yerine üzerimde tuttuğu gömleği usulca indirip yere bıraktı. Gerçekten kahveyi üstüme dökmesine karşı içimde hiçbir alınganlığım olmamasına hatta ona yaklaşabilmeme vesile olmasından ötürü, bu yaptığına çok mutlu olmama rağmen sanki sözlerimde sitem varmışçasına yüzünü bir miktar ekşitti ancak yine de bakışlarını kaçırmadı. Mumumuz her geçen dakika biraz daha erirken, efendisi olduğu mekâna yeniden hâkim olmaya başlayan karanlık, sadece duvarları değil içinde bulunduğumuz odayı da yutmuş gibiydi ve biz ise bir mekândan yoksun kalınca gidecek yeri ve birbirine sığınmaktan başka çaresi olmayan iki bedene dönüşmüş gibiydik. Bu çaresizlikle artık her ikimiz de birbirimizden kaçamayacağımızı biliyor ve sanki bu çaresizlik birbirimize bakmamızı meşrulaştırmışçasına bakışlarımızı kaçırmak lüzumunu da duymuyorduk. Belki bunda, karanlığın sadece odayı değil aynı zamanda ar duygumuzu örtmesinin ve yine herkesten hatta her şeyden uzaklığın verdiği rahatlığın etkisi de vardı.
Artık her ikimiz de biliyorduk ki birbirimize sokulmamız için tek bir adım yetecekti fakat o dakikada beynime hücum eden onlarca soru onunla aynı mekânı daha doğrusu mekânsızlığı paylaşmamın getirdiği mutluluğu baltalıyor ve ben kesilip dağılan parçaları bir araya getiremediğimden birkaç saniye önce birleşmiş sandığım bedenlerimizden bir tane 'bir' çıkaramıyordum. Daha yeni tanıdığı ve arasında hiçbir bağ olmayan bir erkekle daracık bir odada hem de hiçbir sıkılma emaresi göstermeden durabilmesi sorularımı daha da artırıyor ve hiç hesaplamadığım halde onu kınıyor ve bu kınama, mesafenin hiç olmadığı kadar kısaldığı aramıza, alabildiğine uzun bir set çekiyordu. Neyse ki tam da bu esnada vicdanım devreye girmiş ve sorularım tek taraflı olmaktan kurtulmuştu. Onu kınıyordum fakat benden beklememi istediği halde beklememiş ve ardından gitmiştim. Eğer onun için endişeleniyor idiysem odaya girmek yerine kapının dışında da bekleyebilirdim. Ancak bunu yapmak yerine, yanında olmak için can atmış ve hiç düşünmeden içeri girmiştim. Hal böyle olduğu halde neden onu kınamaktan önce kendimi kınamıyordum? Ben ve aslında benim gibi bütün erkekler, böyle durumlarda niçin dâhilimize değil de ısrarla haricimize yöneliyorduk. Şükür ki okları kendime daha doğrusu dâhilime ve hatta dahlime çevirince kafamdaki sorular, güçlü bir akıntıya kapılmışçasına esir aldıkları bedenimi terk ettiler. Aslında akıp gidenler, sorulardan ziyade beynimdeki karanlıktı. Demek iyilik de kötülük de önce kafada başlıyor sonra eyleme dönüşüyordu. O halde öncelikle zihni bir temizlik ve bu temizlikle birlikte zihni bir dönüşüm her insan için şarttı yoksa mecrasını bulduğu an berrak sandığımız zihnimiz, karanlık yüzünü her an ortaya serebilir ve bu hakikat o zihin sahibini bile şaşırtabilirdi. Tıpkı az önce onun hakkında densiz düşüncülere kapılan kapkaranlık zihnim gibi.
"Şey... Gidelim artık." O anda söylenmesi gereken en doğru cümleyi o kurmuş ve bu cümle, güçlü bir fener gibi işlev görerek her ikimiz için de güvenli bir limanın yolunu açmıştı fakat ben dalgalarla boğuşmakta kararlı bir gemi gibi o kapkaranlık odada kalmak arzusundaydım. Neyse ki cevabımı beklemeden basamaklara yöneldi ve bana da yukarı çıkmaktan başka bir çıkış yolu bırakmadı. Birlikte dışarı çıktık ve kamelyaya kadar bana eşlik ettikten sonra dönüp içeri gitti...
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)