"Bak Rüveyda! Bugün seni kırdığım için çok özür dilerim. Sen gidince çok pişman oldum. Aslında hemen ardından gelmeliydim fakat Haluk Baba, İkram Abiyle birlikte erken çıkınca akşama kadar dükkânı ben bekledim. Bir de çok uzaklara gidip gelince biraz dağıldım açıkçası."
"Uzaklara mı?"
"Evet, uzaklara ama ne sen sor ne de ben söyleyeyim."
"Ben soruyorum sen de söyle."
"Öyle bir hal içindeyim ki ne anlayabiliyorum ne de anlatabiliyorum. Hem inanacağını bilsem anlatmaz mıyım?"
"Niye inanmayacakmışım? Ben sana inanırım Selim."
"Peki, anlatayım o zaman. Ben bugün tam 84 yıl geriye gittim. Orada, geçenlerde sana bahsettiğim sevdam yani âşık olduğum kız var. Birlikte oturduk, kahve içtik. Daha doğrusu ben içtim, o sadece yanımda oturdu. Sonra ona çok güzel olduğunu söyledim. Bu lafım pek hoşuna gitmedi ve biraz tartıştık. Aslında bir süre sohbet ettiğimiz babası içeri gittikten sonra onunla konuşmayı çok istiyordum ama başaramadım. Keşke onunla kalabilseydim ama olmayınca olmuyor. Yine de..." Demek bugün Esra ile görüşmüşlerdi ve ailesi ile birlikte oturacak kadar da samimilerdi artık. İyi de 84 yıl geriye gitmek ne demekti? Belki de birkaç gündür görüşmemişlerdi ve dolayısıyla onsuz geçen her bir saatini yıl olarak sayıyordu. Keşke bu soruyu hiç sormamış olsaydım.
"Peki, inandım Selim."
"Gerçekten inandın mı?"
"Elbette inandım. Şimdi gelelim asıl mevzumuza. Demek beni merak ettiğin için geldin."
"Evet!" Gülmeye başladım.
"Neden gülüyorsun? Seni merak edemez miyim?"
"İyi de neden?"
"Ne demek neden?"
"Neden merak ettiğini bilmek istiyorum ama?"
"Sana ne?" Yine güldüm. Selim hala çok ciddiydi ve aynı ciddiyetle
"Bak Rüveyda; bir daha gözlerin kızarırsa karışmam." Diyerek bitirdi cümlesini. Galiba bir parça şımarmıştım. O yüzden bu faslı biraz daha uzatmak istedim.
"Naparsın?
"Hele bi daha olsun da."
"Söz veremem Selim."
"Ben inan çok pişmanım. Söz bir daha sana bağırmayacağım."
"Tamam, bugün biraz ağladım ama bunun bana bağırmanla bir ilgisi yok."
"O halde okulda canını sıktılar?"
"Hayır, okulla ilgili hiçbir sıkıntım yok. Herkes bana çok iyi davranıyor. Hele bu aralar çok daha iyi davranıyorlar." Kalktı çayı demledi ve bir süre pencereden dışarı baktı. Ardından sanki bardakların yerini biliyormuşçasına orta raflara yöneldi ve iki bardak çıkardı. Anlaşılan bütün işleri o yapacaktı. Tam çaydanlığa yöneliyordu ki yerimden doğruldum ve önünde durdum. Gülerek gözlerime baktı. Gözlerimi kaçırmadan
"Çayı olsun ben koyayım." Diyerek ısrar ettim. Gülümsedi.
"Her ne kadar şu an misafirsem de ben misafir gibi davranmayı pek beceremem. Hatta sevmem de. Müsaaden olursa çayı da ben koyayım." Gülümseyerek onayladım ve tekrar oturdum. Çayları doldurup masaya koyuyordu ki gözü tezgâhta bulunan ve bir peçete marifetiyle alelade örtülmüş tabağa ilişti. Bir tabağa bir de bana baktı ve sanki yitik bir hazine bulmuşçasına sevindi.
"Yoksa elmalı turta mı?"
"Evet, Selim ama sakın yeme! Geçenlerde yaptım. Yani deneme amaçlı fakat bizimkiler tadına bile bakmadılar. Bence de berbat oldu." Açıklamamdan sonra vazgeçer diye umarken hiç oralı olmadan tabağı aldı ve bir bardak çay ile tepsideki bütün turtaları yedi. Gerçekten beğenmiş miydi yoksa kırdığı kalbi onarmak mıydı niyeti, anlayamadım. Gülerek
"Bundan sonra bir daha elmalı turta yaparsam söz seni çağıracağım. Çünkü senden başka kimse yemez yaptıklarımı." Dedim. Yerinden doğruldu ve bana doğru bir iki adım atarak iyice sokuldu. Ben de kalktım ve bu halimizle sanki iki minare gibi ayrı fakat bir bütünü tamamladığımızdan aslında bir olduğumuz hissine kapılarak o güne kadar hiç yaşamadığım sıra dışı bir heyecan yaşadım. Hem öyle bir heyecan ki kalbim, kafesinden çıkmak için ha bire kanat çırpan kuş misali attıkça atıyor ve bu arada vücuduma dengeli kan pompalamak yerine hepsini beynime gönderdiğinden dizlerimi dermansız bırakıyordu. Belki de bu kan azlığından olsa gerek başım hiç olmadığı kadar dönüyor ve düşmemek için kendimi zorladıkça zorluyordum. Bir de tuhaf bir şekilde bir taraftan tarifsiz bir heyecan yaşarken diğer taraftan birkaç dakika sonra bu anın biteceğini biliyor olmanın daha o dakikada acısını hissediyor ve bu his, iliklerime kadar hissettiğim heyecanımı bastırdığından daha o anda tatlı heyecanımı bir hiç derekesine indiriyordu. Belki de insanın bir akla sahip olmasının tek kötü tarafı buydu. Hem geçmişin acılarını hatırlatan hem de geleceğin kaygılarını düşündüren aklımız, yaşadığımız anın tadını çıkarmamıza engel oluyor ve böylece diğer canlılara karşı üstün tarafımız olarak bize öğretilen bu en değerli varlığımız, bazen değersizleşiyor hatta katlanılmaz bir külfete dönüşüyordu.
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)