"Ziyanı yok, ben şimdi hallederim." Diyerek elimden cildi ve raftan da kitabı alıp tezgâha doğru yürüdü. Ben de ardından tezgâha gittim ve süt dökmüş kedi formatında onu izlemeye başladım. Öyle eli çabuk biriydi ki saniyeler içerisinde kitabı cildine yerleştirdi ve götürüp yerine koydu. Gerçekten çok mahcup olmuştum ve bunu telafi edebilmeyi çok istiyordum. Bu yüzden kitabı almayı teklif ettim ama cevap vermek yerine gelip tam karşımda durdu. O kadar yakınımdaydı ki yüzünü görebilmek için başımı yukarı doğru kaldırmak zorunda kaldım. Aslında kısa boylu bir kız değildim ama o bir hayli uzundu. Konuşmak yerine yine gülümsüyordu. Bakışlarından 'Ziyanı yok! Dert etme!' gibi anlamlar çıkarmam zor olmamıştı. Belki bir şeyler söylemeliydim ama zihnimde sözcük adına hiçbir şey yoktu. Sanki hepsi birden göçmüş ve uzak diyarları yurt tutmuşlardı. İki yanıma düşen ellerimi ne yapacağımı bilemiyor, vücuduma fazla geldiklerini ilk kez o an fark ediyordum. Neyse ki bir süredir dut yemiş bülbüle dönen dilim nihayet çözüldü ve kitabı alabileceğimi yineledim tekrar. Ancak oralı olmadı ve sadece
"Kitap almaya mı geldiniz?" diye sordu. Ben de
"Aslında okul kitaplarımı almak için gelmiştim." diyerek karşılık verdim.
"Haluk Baba dışarı çıktı ancak neredeyse gelir. Ondan alırsanız daha iyi olur." Deyince kafamı sallayarak onayladım. Ağır ağır tezgâhın arka tarafına gitti ve iki iskemle ile geri geldi. İskemleleri yere koyup eliyle yer gösterdi. Niye bilmiyorum ama itiraz etmeyip oturdum. Oysaki dışarı çıkıp sonra gelebilirdim ya da raflar arasında dolaşmayı tercih edebilirdim. Oturmuştum fakat içimdeki muhasebe henüz bitmemişti. Evet, oturmuştum çünkü gözlerindeki ışık, samimi bir güven telkin edecek kadar tesirli, Babil Kuyularını aydınlatacak kadar kuvvetliydi. Yok! Yok! Bu çok edebi bir ifade oldu. İyisi mi şöyle söyleyeyim; çok güzel gözleri vardı ve ben bu güzel gözlere bigâne kalamadığımdan... Allah'ım neler saçmalıyordum böyle? Ben iç sesimle hatta kendimle cebelleşe durayım o da geçip karşıma oturdu. Hiç konuşmayıp rafların olduğu taraflara baksak da illaki göz göze geliyorduk. Bir aralık
"Aç mısın?" Dedi. Böyle bir soru beklemiyordum ve bu yüzden şaşkın bir eda ile
"Ben mi?" Diye sordum.
"Evet."
"Hayır, aç değilim. Neden sordunuz?"
"Ne yani sorum çok mu tuhaf?"
"Hayır ama biraz şaşırdım."
"Anlaşılan buralı değilsiniz. Biz Vanlılar misafirimize ilk önce 'Aç mısın?' diye sorarız."
"Kusura bakmayın, bilmiyordum."
"Siz böyle yapmaz mısınız?"
"Biz de böyle yaparız ama daha çok tanıdıklarımıza."
"O halde tanışalım. Benim adım Selim."
"Ben de Rüveyda. Van'a daha dün geldim ve bugün de Van Atatürk Lisesi'ne kaydoldum. Son sınıftayım. Bir de biz üç kardeşiz. Benim babam..." Kurmaya çalıştığım son cümlemi devam ettirmeyip hemen durdum. Ben ne yapıyordum böyle? O sadece ismini söylerken ben adeta sülale defterimi açmış fî tarihine doğru gidiyordum. Düştüğüm komik durumdan olsa gerek gülümseyerek hatta gülerek
"Memnun oldum. Van'a hoş geldin Rüveyda." Dedi. Ben de ciddileşmeye çalışarak
"Hoş bulduk efendim." Diyerek karşılık verdim. Yine gülümsedi.
"Peki, Rüveyda; madem aç değilsin o halde bir bardak çay içelim."
"Olur." diyerek kafamı sallayınca kalkıp tezgâhın arkasındaki küçük kapıdan içeri girdi. Açıkçası çay içesim yoktu ama nedense kabul etmiştim. Belki de içtenliğinden etkilenmiştim. Sanki uzun yıllardır tanışıyormuşuz gibi adımı bir çırpıda söylüyordu. Galiba burada mıknatıs gibi belli bir manyetik alan oluşturan sadece kitaplar değildi. Birkaç dakika sonra küçük bir tepsiye özenle koyduğu iki çayla çıka geldi. Görebildiğim kadarıyla çaylar son derece açıktı. Yeşil renkli plastik bir kaba konulan kalıp halindeki şekerler ise hem daha koyuydu hem de gelişigüzel kesilerek küçültülmüşlerdi. Bardakların içinde ve tepside çay kaşığı yoktu ve ben şeker atmadan çay içemezdim ancak bu eksiklikten söz etmedim elbette.
"Ben çayı açık içerim Rüveyda ama seninkini biraz koyu doldurdum."
"Teşekkür ederim."
"Sen yine de bir yudum al. Beğenmezsen biraz daha dem ilave ederiz ya da açarız." Bir iki yudum aldıktan sonra
"İyi, teşekkürler." dedim ve sonra
"Burada mı çalışıyorsunuz?" diye sordum.
"Öyle sayılır. Daha çok boş vakitlerimde geliyorum ve Haluk Babaya yardım ediyorum."
"Ne kadar kazanıyorsunuz?"
"Çok kazanıyorum."
"Nasıl olur? Haluk Amca'nın bu işi ticari maksatla yapmadığını söylemişlerdi."
"Doğru söylemişler. Kitapların yanı sıra kırtasiye malzemesi de satar ve maddi durumu kötü olanlara çok indirim yapar. Hatta para almadığı da olur."
"Buna rağmen siz çok kazanıyorsunuz?"
"Haluk Baba her fırsatta: 'İnsandan geriye en fazla bir mezar kalır. Bazen o bile kalmaz.' Der. Eğer kast ettiğin, dünyalık bir şey ise o anlamda kazandığım söylenemez." 'O halde kazandığın ne?' Diye soracaktım ki vazgeçtim. Yine aynı şey başlamıştı. Derin bir sükût, raflarda göz gezdirme ve sonra gözlerimizin kesişmesi.Bu böyle birkaç dakika sürdükten sonra nedense kalkıp dışarı çıktı. Belki de sıkılmıştı...
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)