Bebeğimi yastığa koyup sallamaya başladım ancak nafile. Ağladıkça ağlıyor, sallamalarım, ninnilerim hatta ışıkları kapatıp karanlıktan medet ummalarım hiçbir işe yaramıyordu. Yan odada kalan anne babamdan yardım istemeyi düşündüğüm bir anda kapım çalındı. Heyecanla kalkıp açtım. Gelen oydu. Işığı açmadan ve hiçbir şey söylemeden kucağımdan bebeğimi alıp uzun uzun baktı ve ardından öpüp kokladı... Odanın içinde birkaç volta attıktan sonra yerdeki yastığı alıp dizine koydu ve başladı sallamaya. Penceremden sızan cılız ışıktan yardım alarak şaşkın şaşkın onlara bakıyor, bazen sessizce ama çoğunlukla sesli sesli gülüyordum. Koca kabadayıyı kırk yıl düşünsem böyle hayal edemezdim. Hele ninni söyleyeceğini... Ama söylüyordu işte. İlginçtir yeri göğü inleten bebeğim susmuş ve her geçen dakika biraz daha ağırlaşan göz kapaklarını kapamıştı nihayet. Ama Selim ninni söylemeye devam ediyordu. Hem de bebeğimden çok bana bakarak. Çoğunlukla gözlerimi kaçırsam da sonuçta küçük bir odadaydık ve bakışlarımız illa ki kesişiyor ve ben karanlığa rağmen parlaklığından hiçbir şey kaybetmeyen hatta karanlığa inat iki güçlü kandile dönüşen gözlerinden kendimi alamıyordum bir türlü.
"Bu tepe kumlu tepe, nenni de yârim neni
Su gelir sere serpe, eski de yârim hani
Dediler yar uyumuş, nenni de yârim neni
Uyardım öpe öpe, eski de yârim hani.
***
Altındır alay değil, nenni de yârim neni.
Gümüştür kalay değil, eski de yârim hani
Kınamayın a dostlar, nenni de yârim neni
Sevdadır kolay değil, eskide yârim hani..."
Ninnisini bitirdikten sonra Müslüm Baba'dan diye tahmin ettiğim bir iki şey daha mırıldandıktan sonra kalkıp güçlü elleriyle kavradığı bebeğimi itinayla yatağına koydu ve sonra dönüp bana baktı. Galiba adımı da söyledi ancak o kadar yavaş söyledi ki duymaktan ziyade ışığın kısmen vurduğu dudaklarından okuyarak bu sonuca ulaştım. Niçin bu kadar sessizleştiğini anlamak istercesine gözlerine bakınca bakışlarımız kesişiverdi ve daha önce hiç olmayan bir şey oldu ve ben ne yaparsam yapayım bakışlarımı ondan alıp bir başka tarafa kaydıramadım. İçimi yokladım ve gördüm ki galip olan ikinci sesti aslında fakat vücudum daha doğrusu vücudumu yönlendiren sistemler, nedeni meçhul bir şekilde fonksiyonlarını eda etmediklerinden teslim olacakmış gibiydim. O ne düşünüyordu bilmiyorum ama yavaşça eğilmeye başlamış ve aramızdaki mesafe hiç olmadığı kadar kısalmıştı. Gittikçe hızlanan soluklarım, sıcaklığını her geçen saniye biraz daha hissettiğim nefesine karışıyor ve bu karışım, gidecek bir mecra bulamadığından olsa gerek ortada kalıyor ve sanki öylesine bir karışımdan ziyade güçlü bir mıknatısmış gibi her iki bedeni hem itip hem de çekiyordu.
O anda yıllar öncesine gidip ona sarıldığım geceyi düşündüm. Bir anlık boşluğuma gelip ona sarılmış, o ise tüm gücüyle beni iterek sınırlarımı hatırlatmış ve ben ona kızmak yerine daha çok hayran olmuştum. Ya şimdi? Yoksa âşık olduğum adam sadece Esra'yı değil değerlerini de mi unutmuştu? Velev ki öyleydi ve şu anda bana sarılsa ve hatta öpse tavrım ne olacaktı? Yıllar önce onun yaptığı gibi yapıp onu itebilecek miydim? Hayır bunu yapamayacaktım çünkü ben ona âşıktım. Gerçi aşk mazeret olabilir miydi daha doğrusu bu yüce duygu bir mazerete kurban edilebilir miydi bilmem ama o dakikada ikinci sesi susturmak daha doğrusu vicdanımı rahatlatmak adına bu mazerete sığındım ve yavaşça gözlerimi kapadım. Nefesini önce sol yanağımda sonra kulağımda hissetmeye başladım.
"Rüveyda!"
"Efendim Selim."
"Biliyor musun, ben akşam yemeği yemedim. Bana yumurta kırar mısın?"
"Of Selim."
"Bana borçlusun ama!"
"Nedenmiş o?"
"Çünkü bebeği ben uyuttum." Gözlerimi açtım ve gülerek yüzüne baktım.
"Biliyor musun Selim, hiç değişmemişsin." Güldü. Belki o yemek alışkanlığını kast ettiğimi zannetmişti ama ben onun değerlerine olan bağlılığını ima etmiştim. Onunla defalarca aynı mekânlarda yalnız kalmamıza rağmen bir kere bile farklı bir nazarla bakmamış, çizgisini hep muhafaza etmişti. Birkaç saniye süren kararsızlığımın ardından birlikte aşağı indik ve her zaman ki gibi yine yumurtaları o kırdı, çayı da o demledi. Gülerek
"Her şeyi sen yapacaksan beni niye çağırdın?" diye sordum.
"Biliyor musun Rüveyda; ben tek başıma yemek yemeyi pek beceremem."
"Kafanın arkasına gelecek şekilde mutfağa bir ayna koy. O zaman tek başına yememiş olursun." Selim hemen cevap vermeyip cümlemi anlamaya çalışırken
"Kabul ediyorum; çok kötü bir espriydi." Dedim. O da gülerek
"Yo bence çok başarılıydı." Dedikten sonra devam etti:
"Ben ya birine yemeğe giderim ya da birini yemeğe çağırırım. Eğer bana eşlik etmeseydin yatmaya gidecektim."
"Keşke öyle olsaydı. Bu saatte yemek yiyerek uykunu kaçıracaksın."
"Merak etme; uykum kaçalı yıllar oldu. Sen şimdi boş ver benim uykumu da anlat bakalım; gününüz nasıl geçti?"
"Haluk Baba biraz rahatsız olduğundan erkenden odasına çekildi. Onun dışında çok güzel geçti. Ayrıca Elif bir an bile yanımızdan ayrılmadı. Kendimizi evimizde gibi hissettik." Yüz hatlarıyla memnuniyetini ifade ettikten sonra uzattığım çayını aldı ve arkasına yaslandı. Artık konuşmuyorduk. Daha doğrusu konuşacak bir şey bulamıyorduk. Her şeyim olan adama her şeyi söylemek isterken bir şey olsun diyememek öyle garipti ki. Oysa ona söyleyeceğim o kadar çok şeyim vardı ki. Keşke bir girizgâh bulup konuşabilseydim! Ya o? O ne diye susuyordu? Niye Esra'yı terk etmiş ve niçin 6 yıl boyunca hep kayıplarda olmayı seçmişti? Kendisini yağmura hasret Atacama Çölü'ne benzetip onun gibi bekleyeceğini söyleyen adam, Esra'yı neden beklememişti? Yoksa beklemeyen Esra mıydı?
Derin bir sükût eşliğinde çaylarımızı içtikten sonra kalkmam gerektiğini düşünerek ayaklandım ve müsaade istedim. O da kalktı ve bana doğru bir iki adım attı. Yine çok yaklaşmıştı ve vücudumu çekmeme rağmen ayak parmaklarımız birbirine temas ediyor gibiydi. Bir anda ritmini kaybeden kalbim, alışılmışın dışında kan pompalıyor ve içerideki bu hercümerç bedenimi sabit tutmamı zorlaştırıyor ve ben tüm bunlarla boğuşmak zorunda kalırken, yüzümün hangi şekle inkılâp ettiğini bilmediğimden en salim yolu seçip başımı eğebildiğim kadar eğiyordum. O ise sağ eliyle çeneme dokunup ağır ağır başımı yukarı kaldırıyor ve artık istesem de bakışlarımı kaçıramayacağımı biliyordum.
"O kadar mutluyum ki Rüveyda!" Keşke ben de aynı şekilde karşılık verebilseydim. Daha çok bir hırıltı şeklinde hatta beş harfin beşini bile tam olarak çıkaramadan
"Selim!" Diyebildim sadece.
"Rüveyda ben bir de şey diyecektim. Diyecektim ki..." Niye bilmiyorum ama lafını devam ettirmesini istemedim ve hemen araya girip
"Yalvarırım sus Selim! Şu anda istediğim tek şeyodama gitmek!" Diyerek bir adım geri çekildim. Niye böyle fevri bir çıkışyaptığımı merak edercesine gözlerime baktı ancak sebebini sormak yerine yavaşçaelini çekti. Kafesi açılmış bir kuş misali hemen yukarı çıkıp çocukluğumda vedaha çok korktuğumda yaptığım gibi hemen yatağa uzanıp yorganımı başıma çektim.Hava sıcak olmasına rağmen ve yorganı başıma çektiğim halde hiç olmadığım kadarüşüyordum ve ben bunun sebebini adımı bildiğim kadar biliyordum. Of Selim! Bendaha ne kadar böyle üşüyecektim?...
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)