Selim
Bebek(Beşiktaş)/22 Haziran 1999 Salı
Kafam sert bir darbeye maruz kalmışçasına ve daha önce hiç hissetmediğim bir sızıyla ağrıdıkça ağrıyor, başka birine aitmiş gibi hissettiğim kollarım, uzun süredir kan deveran etmediğinden olsa gerek kütük misali ağır ve alabildiğine hissiz ve yine tüm bu uzuvları taşımak zorunda olan bedenim, hiç olmadığı kadar bitkindi. Bin bir güçlükle ayağa kalktım ve masada duran sürahiden bir yudum su içerek kendime gelmeye çalıştım. O dakikada sıra dışı ve tam anlamlandıramadığım garip bir duyguyu, iliklerime kadar hissediyor ve biliyordum ki az önce yaşadıklarım, bedenim ne kadar gerçekse o kadar gerçek veya ben ne kadar yalansam o kadar yalandı. Belki iyi gelir düşüncesiyle odanın içinde volta atmaya çalışsam da ruhum hiç olmadığı kadar daralıyor, ciğerlerimi göğüs kafesimde değil de ağzımın içindeymiş gibi hissettiğimden boğuluyormuşum düşüncesine kapılıyordum ancak önemsemiyordum. Küçük odanın içinde voltalar atıp dururken yeniden ona gitmenin hesaplarını yapıyordum fakat ne hikmetse attığım her bir adım nedenini bilmediğim bir şekilde sanki bir uçurumun kenarındaymışım hissine kapılmama sebep oluyor ve ben yâr ile yar arasında bir tercihe zorlanıyordum. Elbette tercihim belliydi ancak şahsımı bir tercihe zorlayan bu duygu yahut da esrarengiz güç, tercihimi kullanmaya gelince beni bu hakkımdan mahrum bırakıyordu.
Bu haleti ruhiye ile öyle boğulmuştum ki hemen pencereye yöneldim ve tam açıyordum ki kapım vurulmaya başladı. Muhtemelen Elif'ti gelen. O anda ne Elifle ne de bir başkasıyla konuşacak takatim yoktu. Bu yüzden açmadım ve çekip gitmesini bekledim. Ancak ısrarla vurulunca çaresiz kapıya yöneldim ve görülmek istemiyormuşçasına daha doğrusu kimseyi kabul etmemeyi ima etmek istercesine kapıyı kendime siper yaptım ve sadece başımı uzatarak yavaşça açtım. Hiç beklemediğim bir şekilde karşımda Rüveyda'yı görünce o kadar şaşırdım ki bu şaşkınlıktan olsa gerek ağzımı açıp tek bir kelime edemedim. Gerçi o da hiçbir şey söylemeden ve kapının arkasında olmama aldırış dahi etmeden kapıyı iterek içeri girdi ve sedirin üzerinde oturdu. Odanın ışığını yakmadığımdan içerisi karanlıktı ancak pencereden sızan cılız bir ışık sayesinde oda loş bir hal almış ve bu loşluk içerisinde görebildiğim kadarıyla gözleri nemlenmiş hatta kızarmıştı. Niye böyle üzgündü acaba? Yoksa yine Kurtuluşla mı tartışmışlardı? Gecenin bu saatinde geldiğine göre, muhakkak böyle bir şey olmalıydı.
"Hoş geldin Rüveyda. Şaşkınlığımı mazur gör lütfen. Seni bu saatte beklemediğimden..."
"...
"Çok oldu mu geleli?"
"...
"Rüveyda?.." Ne sorsam cevap vermiyordu. Belki de soru sormak yerine susmalı ve anlatmasını beklemeliydim. Birkaç dakikalık suskunluğun ardından nihayet konuştu:
"Anlat, seni dinliyorum." Şaşkınlığım daha da artmıştı.
"Ne anlatayım Rüveyda?"
"Ne istiyorsan onu anlat. Hem benimle konuşmak isteyen sen değil misin?" İki elimle şakaklarıma iyice bastırdım ve uzun uzun ovdum. Ben onu çağırmamıştım ki. Neler oluyordu acaba? Suskunluğum uzun sürünce hiçbir şey söylemeden kalktı ve gitmeye çalıştı. Mani oldum hemen.
"Bir şey söylemeden mi gideceksin?"
"Söyleyecek bir şeyim yok Selim! Ama senin varsa..." Gülümseyerek elinden tuttum ve birlikte sedire oturduk. Gözlerini gözlerimden ayırmamacasına bakıyordu ancak bakışları alabildiğine donuktu ve bunun odadaki cılız ışıkla bir ilgisi yoktu. Çünkü en kesif karanlıkları bile delecek kadar güçlü olup her daim bir volkan gibi yanan ve daha en baştan bir bedeli olduğunu anlatmak istercesine kendisine bakmak isteyenleri de yakan masmavi gözleri, en üzgün halinde bile böyle sönükleşmez, parlaklığını yitirmezdi. Her şey bir tarafa ne söylememi istiyordu? Yoksa yıllardır herkesten sakladığım sırrımı yani onu sevdiğimi öğrenmiş ve bunu ikrar etmemi mi istiyordu? Eğer böyleyse Necip Fazıl'ın ifadesiyle sahipsiz bir sokak lambası gibi olmayıp kime yandığımı belli etmeliydim ama evli birine onu sevdiğimi nasıl söylerdim?
"Selim?"
"Efendim Rüveyda?"
"Konuşacaktık hani?"
"Rüveyda, tam altı yıl oldu susalı. Aslında hep konuşmak istediğim halde sustum. Deli gibi konuşmak isteyip de susmak daha doğrusu susmak zorunda kalmak hem çok zor hem de benim gibi her daim bendini aşmaya, olmuyorsa yıkıp geçmeye azmetmiş gibiler için dünyanın en zor şeyi ama sustum işte. Şimdi müsaade et yine susayım. Halimi birkaç kişi, gönlümü ise bir tek Allah biliyor. Bırak yine o bilsin."
"Yanılıyorsun Selim. Gönlünü ben de biliyorum."
"Farz edelim ki biliyorsun. Yine de ben gönlümü nasıl anlatayım? Bir arzuhalci bulsam keşke; ben söylesem o yazsa ve sonra benim yerime o konuşsa."
"Farz et ki o arzuhalci benim." Gülümsedim. Belki de en doğrusu çekmecemi açmak ve onun için yazdıklarımı göstermekti. Hemen doğruldum ve çekmeceye yöneldim. Ancak üç çekmecemin üçü de boştu. Nasıl olabilirdi? Daha az önce bakmıştım ve hepsi de yerli yerindeydi. Bu süre içerisinde odaya giren de olmamıştı. Bu durumda yazıların bir yere gitmesi veya alınması imkânsızdı ama bunca yaşadığım şeyden sonra çekmecedekilere olanlara niye şaşırıyordum ki...
"Ne arıyorsun Selim?" Bir taraftan bir cevap düşünüyor diğer taraftan yüzüğümle oynuyordum.
"Hala aynı yüzüğü mü takıyorsun?"
"Yüzük mü?...
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)