Selim
Van Atatürk Lisesi Lojmanı/28 Kasım 1992 Cumartesi
Hem yürüyor hem de Servet Hoca'mın hediyesi olan tespihime bakıyordum. Bir gün elinde görüp 'Ne güzel bir tespih!' demiştim ve o da hiç düşünmeden hediye etmişti. O gün bu gündür düşürmedim elimden gri renkli ve iri taneli hediye tespihimi. Otuzüç taş ve bir imame. İpi bir parça gevşemiş olsa da birbirine sıkı sıkıya tutunan ve ayrılmayan ikili. Keşke bu tespih gibi bir arada olabilseydik fakat ben ayrılmış, kader birliği ettiğim arkadaşlarımı yarı yolda bırakmıştım. İçimde derin bir sızı vardı ama niye bilmiyorum bir kuş kadar da hafiflemiştim. Belki de mesuliyet duygusundan kurtulmuş olmaktı beni böyle rahatlatan. Çünkü Peygamberimiz, idarecilerin kıyamet günü çok güç bir hesapla karşılaşacağını ifade ettiği Ebu Zer'e, iki kişinin bile başına geçmemesi tavsiyesinde bulunmuştu. Şükür ki yüzlerce insanın mesuliyetinden kurtulmuştum ve artık sadece kitap okuyarak vakit geçirebilirdim.
Bu düşüncelerle Müdürümüz Servet Hocanın evine kadar geldim. Beni çağırma sebebinin aldığım kararla ilgili olduğunu tahmin etmem zor değildi elbette. Kapıyı, o her şartta gülümsemeyi başaran Dicle açtı. Tabi Feza ve Berivan da hemen yanındaydılar. Geldiğimi görerek mutfaktan koridora kadar gelen Hatice Ananın elini öptükten sonra salona yöneldim. İçeri girince gördüm ki biz öğrencilere bir ana gibi şefkat gösteren ve bu yüzden herkesin çok sevdiği müdür yardımcımız Handan Hoca da salondaydı. Anlaşılan iyice markaja alınacaktım. Birkaç hoşbeşten sonra hep birlikte kahvaltıya başladık. Sofrada o kadar çok çeşit vardı ki Hatice Ana hangi ara bu kadar şeyi hazırlamıştı, şaşmıştım doğrusu. Belki de kız çocuklarına sahip olmanın ayrıcalığıydı bu ve Yüce Allah bu ayrıcalığı herkese nasip etmiyordu.
Kahvaltıdan sonra ev sakinleri bir bir müsaade isteyince salonda sadece Müdürümüz ve Handan Hoca kaldılar. İkisi de aldığım kararı yeniden gözden geçirmemi istediler. Kurallarımızın gayet açık olduğunu ve dolayısıyla bunun mümkün olmadığını anlattıktan sonra bir hareket için en önemli şeyin şahıslar değil ilkeler olduğunu söyledim. Eğer ilkeler çiğnenirse hareketin büyük bir yara alacağını dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Servet Hoca nedense dalgındı ve sanki beni dinlemiyor gibiydi. Bir süre pencereden dışarı baktıktan sonra döndü ve o gür sesiyle tane tane konuşmaya başladı:
"Bu hareket bir zamanlar sadece pansiyonlu gençlerden oluşuyordu. Şimdi de sadece onlardan oluşsa abi-kardeş mantığı içerisinde Yahya veya Salih bu işi yürütebilir. Ancak şu anda binlerce kişiden hatta il sınırlarını aşan bir hareketten bahsediyoruz. Ve hepsi de sadece seni biliyor. Bu yüzden yeniden dönmen için Yahya dâhil her taraftan büyük bir baskı ve ısrar olacaktır. Eğer bütün ısrarlara rağmen yine de kararında diretirsen bu hareket dağılır Selim." Servet Hoca yeniden pencereye yönelince bu kez Handan Hoca söz alıp Müdürümüzü teyit eden birkaç şey söyledi ve
"Okulumuzun asayişi açısından bakınca bence de kararını yeniden gözden geçirmelisin." tavsiyesinde bulundu. Gülerek
"Burada bir asayiş varsa ve hem ben hem de arkadaşlarım rahat ediyorsak bunu Müdürümüze borçluyuz. O yüzden merak etmeyin hocam; müdürümüz başımızda olduğu sürece buranın asayişine hiçbir şey olmaz." Dedim. Handan Hoca da
"Evet, Servet Hoca olduğu sürece haklısın..." dedi ama sanki ağzından bir şey kaçırmış gibi hemen lafı değiştirmeye çalıştı. Çabucak elimdeki bardağı sehpaya bırakıp Servet Hoca'ya baktım. Her iki eliyle kavradığı tespihini ağır ağır çekerken kartal asa gözleriyle de bir şeyi inceliyormuş gibi devamlı aynı noktaya bakıyordu. Görebildiğim kadarıyla çehresinde belli belirsiz bir hüzün vardı. Dilime kadar geldi ama diyemedim. O 'Gidiyor musunuz?' kelimesini istesem de telaffuz edemez, bir çırpıda söyleyemezdim. Çünkü o gidince biz pansiyonlular hepten yetim kalacak hele ben, bu duyguyu asıl şimdi hem de iliklerime kadar duyacaktım. Bu yüzden soramadım. Yüreğimi öyle bir sıkıntı esir aldı ki hemen müsaade isteyip kalktım ve hiçbir şey söylemeden lojmandan ayrıldım.
***
Yola çıkmış kitap dükkânımıza doğru gidiyordum ki okulumuzun hemen çıkışında ve bahçe duvarımıza bitişik kebapçıdan öğrencilerin tane işi veya onların tabiriyle 'Dal' sigara aldıklarını gördüm. Beni fark eden öğrenciler, ellerindeki sigaraları saklamaya çalışarak başlarıyla selam verdiler. Selamlarını almadan barakadan ibaret kebapçıya girdim. İçeri girdiğimi gören Aziz Usta hemen köfteleri ızgaraya koydu ve birkaç kelamla hal hatırımı sordu. Sesimin çatallaştığını konuşmaya başlayınca fark ettim.
"İyi desem yalan olur kötü desem şükürsüzlük olur. Yine de iyi diyelim, iyi olalım. Sen nasılsın, kazancın nasıl?"
"Çok şükür Usta. Gayet güzel."
"Demek satışlar iyi. O halde sadece kebap sat. Körpecik ciğerleri zehirleyip sonra şükretmek ikiyüzlülüktür hatta köpekliktir!"
"Usta aslında..."
"Kes! Ve sakın bir kelime daha etme! Biliyorsun ki böyle lafları en son sarf edeceğim kişilerden birisin. Ama bu konuda ne kadar hassas olduğumuzu unutmuş gibisin! Öğrenci kardeşlerimizi, bu son derece zararlı alışkanlıktan kurtarmak için verdiğimiz mücadeleyi böyle yaparak dinamitlediğinin farkında mısın? Şimdiye kadar seni bizden biri gibi gördük, hürmet ettik! Fakat bu günden itibaren nezdimizdeki itibarın da kredin de bitmiştir! Izgarada pişmeye duran nimete yemin olsun ki; bir daha böyle bir şeye şahit olursam ekmek tekneni yıkar, enkazını da ibret olsun diye okulun bahçesine yığarım!"
"Usta şunu di..."
"Kes Ulaaann! Senden izahat mı istedim, cevap vermeye yelteniyorsun! İkinci defadır 'Kes' diyorum! Sakın üç olmasın! Söylediklerim anlaşıldı mı anlaşılmadı mı?"
"Anlaşıldı usta. Bir de..."
"Mevzu kapanmıştır!"
"Peki Usta. Emrin başım üstünedir." Artık yüzünü dahi görmeye tahammülüm kalmamıştı ve bu yüzden sırtımı barakanın isten renk değiştirmiş sacına dayayarak ızgaranın tüten dumanına baktım sadece. Telaşlı bir halde dışarı çıkıp Hâkim Abi'nin büfesinden bir düzine ekmek alarak geri gelen Aziz Usta, tezgâhın altında bulunan birkaç kutu kaçak İran sigarasını çıkardı ve her birini iyice buruşturup çöpe attı. Umarım bu yaptığında samimiydi. Köfteler hazır olunca kalktım ve tokalaşmak niyetiyle uzattığı elini havada bırakarak dükkânın yolunu tuttum.
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)
FantasyTaş kalpliler değil yüreğine taş basanlar kazanacaktı... (Az Yayınları farkıyla DR ve tüm seçkin kitapçılarda)