Bedirhan atın üzerinde rüzgâr gibi geçip giden kızın arkasında kalakaldı. Uzun, dalgalı saçlarını, ince belini, biçimli sırtını süzdü. Uzaktan onun sendelediğini gören Civan koşarak yanına geldi.
- Beyim! Beyim, iyi misiniz?
- İyiyim Civan, kim bu deli?
- Efsun Hanım beyim.
- Kim? Kızın arkasından bakarken kısık sesle anlamamış gibi tekrar sordu.
- İsfendiyarların Efsun Hanım. Affan Bey ile Destan Hanımın kızı.
- Ekber'in kardeşi yani.
Bedirhan Hasan Karadağ'ın büyük oğluydu. O kara günden sonra yani Ekber'in ölümünden sonra Hasan Bey, ilk göz ağrısını İstanbul'a yollamıştı. Bedirhan'ı orada okuttu, İstanbul'daki işleri de oğluna devretti. "Yeter ki gelmesin buralara. Anasından atasından uzakta olsun da yaşasın." diye düşündü. Öyle ya, İsfendiyarlar Ekber'in kanının diyetini istiyordu. Annesi Zelal Hanım bile habersiz sokağa bırakmadığı oğlunu, gurbet ellere kendi elleriyle yolladı. "Git, kurtar evladım kendini. Kanlı gömleğine yüz sürmektense hasretini çekmeye razıyım." Korumalar tuttu, saat başı haber aldı oğlundan. Yine de içi bir türlü rahat etmedi. Yıllarca diken üstünde yaşadı.
Bedirhan ise yıllar geçtikçe uzaklaştı töresinden, toprağından. "Ayıplı gibi sürdüler beni, hasret bıraktılar, daha toyken gurbete çıkardılar." deyip durdu. Zamanla anasını, babasını bile aramaz oldu. Geldiği toprağın kokusunu unuttu. Büyük şehrin harına gürüne karıştı. Babasının fabrikalarından, şirketlerinden kalanı da gece âlemlerinde savurdu. İçinde büyüyen yalnızlığı üç kuruşluk kadınlarla söndürmeye çalıştı. Ne yaptıysa kurtulamadı yalnızlığından, huysuzluğundan. Hasan Bey oğlunun halini, kendilerinden nasıl uzaklaştığını fark ediyordu. Oğlunun haline içi yanıyordu. Öfkesinin gittikçe nefrete döndüğünü anlıyordu. Ama evlat acısı, can parçasını toprağa koymanın korkusu, elini kolunu bağlıyordu.
O günden bu yana ne Hasan Beyin ne de Zelal Hanımın telaşı, korkusu hiç geçmemişti. Dün gibi hatırlıyordu. Hasan Bey öğle kahvesini içerken Civan yüzünde dehşet, üzerinde kan konağın kapısından içeri dalmıştı.
- Beyim! Beyim! Bedirhan Bey...
Soluk soluğa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Hasan Bey oğlunun adını duyunca gözlerinin önünün karardığını, kanının çekildiğini hissetti. Kardeşi Cemşit'in haberi de böyle gelmişti. Güçlükle konuştu:
- Ne oldu oğluma? Civan konuşsana, nerde Bedirhan?
- Beyim, İsfendiyarların Ekber ile şehrin çıkışındaki fıstık bahçesinde birbirlerine girmişler. Bedirhan beyim Ekber'i vurmuş.
Dünyası başına yıkıldı. Önce ne diyeceğini bilemedi.
- Bundan sonrası karanlık, bundan sonrası kan. Ne bize ne de bizden sonrakilere rahat vermezler. Kana kan akıtmadan durmazlar. Rüstem, Rüstem diyorum!
- Buyur beyim.
- Çabuk al arabayı, gidiyoruz. İsfendiyarlar kıyameti koparmadan oğlumu çekip alalım bu kör kuyudan.
Çekip aldı almasına ama başka bir kör kuyuya elleriyle bile isteye attı. Yalnızlık...
Bedirhan'ın geri döndüğünde, ata yurdunda ilk gördüğü yüzün Efsun olması rastlantı değildi. Melik Usta'nın kumları haklıydı. Yolları çoktan bağlanmıştı.
Sık adımlarla çarşıdan annesine, kardeşlerine hediyelerini aldı. Sonra da doğruca Karadağ konağının yolunu tuttu. Yol boyunca aklı katran saçlı kızdaydı. "Demek Ekber'in kardeşi." Yıllar önce sebep oldukları acının yükü iyice ağır gelmeye başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EFSUN HANIM
General FictionÖfkesi de sevdası kadar büyük ve korkunç bir kadın... İsfendiyar Konak'ının en değerli hazinesi... Antep'in kızgın ovalarının, taştan evli dar sokaklarının, uçsuz bucaksız fıstık bahçelerinin güzel ama bir o kadar da gizemli, gök gözlü, katran saçlı...