İyi akşamlar arkadaşlar. Üç ay önce, yaklaşık 10 gün yokum diyerek gittiğim için muhtemelen kızgınsınız. Ben olsam ben de kızgın olurdum ve itiraf etmek gerekirse, kendime kızgınım da. Fakat elimde olmayan sebeplerden dolayı yoktum. Yine de bir açıklama için bile olsa buraya uğramam gerekiyordu. Kendime, o açıklamayı yapmadığım için kızgınım zaten. Gecikmeli de olsa o açıklamayı şimdi yapacağım.
Tatilden sonra kendimi toparlayamadığım bir sürecin içine girdim. Sonunda tedaviye başladım. Aldığım ilaçlar bünyeme biraz ağır geliyordu. Bırakın yazmayı, düşünmeyi bile zorlaştıran bir durumda bırakıyordu. Sürekli uyuyordum. Uyumuyorsam da yorgun oluyordum. Neyse ki şu anda uyku durumum ortadan kalktı. Hala kurguyu kaleme almakta zorlansam da, son günlerde özel hesaplarımdan bana ulaşan pek çok arkadaşımın kendimi yazmaya zorlamamda etkisi oldu. Bu akşam üzeri ne zaman bitirebileceğimden emin olamadığım bir parçayı yazmayı başardım. Fakat zaten tatil öncesi karar verdiğim iki part halinde yazma düşüncemden dolayı, bölümün geliş tarihinin çok uzak olmadığını söyleyebilirim. Bu hafta içinde sizlerle bir kere daha buluşabileceğimi düşünüyorum.
Sanırım sizlerden bir kere daha özür dilemem işe yaramayacaktır. Ama sizleri özlediğimi söylersem, beni anlarsınız diye umuyorum. Çok uzattığımdan, daha fazla konuşmadan alıntıyı şuraya iliştirip, gidiyorum :)
Kapkaranlık bir yolda ilerliyordu genç adam. Önü, arkası ve her yanı karanlıkla çevriliydi. Nereye gittiğini bilmiyordu. Ne için yürüdüğünü de... Nerede olduğunu da bilmiyordu. Sadece yürüyordu işte.
Attığı adımlarla, ayaklarının altında hareket eden çakıl taşlarını hissediyordu. Ayırt edebildiği tek şey buydu.
Ne kadar ilerlediğini anlayamıyordu. Dakikalarca mı, saatlerce mi ilerlediğini bilmiyordu. Fakat değişen hiçbir şey yoktu. Bağırmak istiyor, sesini çıkaramıyordu. Dili ağzının içinde işlevsiz bir et parçasıydı. Sessizlik sağır ediciydi. Belki de kör sağır ve dilsiz olmuştu. Tüm bu yaşadıklarının başka açıklaması olmazdı.
Durup kendi etrafında döndü. Karanlıktı. Simsiyah, yoğun, yapışkan bir karanlıktı hem de. Ellerini kafasına götürüp saçlarını çekiştirdi. Acıyı hissediyordu. Fakat aynı anda açtığı ağzından bir kelime bile çıkmadığı için hüsrana uğramıştı. Ağlamak istiyor, gözyaşları akmıyordu.
Eğilip dizlerini tuttu. Bir süre durduktan sonra doğrulup ilerlemeye devam etti. İlerledikçe tenini yalayan rüzgârın serinliğini hissetmeye başladı. Üşütmeyen, ancak ürperten bir rüzgâr tüm o yapışkan siyahlığın içinde şükretmesini sağlayan bir his uyandırıyordu. Genç adam rüzgârın varlığına şükredecek kadar yalnız hissediyordu.
Yol aldıkça hissettiği tek şeyin rüzgâr olmadığını fark etmeye başladı. Çok uzaklardan burnuna taşınan ıslak toprak kokusu yakınlarında bir su kaynağının bulunduğunu işaret ediyordu. Alaz'ın içine ilk defa umut doğdu. Ve tazelenen bir kararlılıkla ilerlemeye devam etti. Attığı her adımla, ilerlediği zeminin aydınlandığını görüyordu.
Önce çakıl kaplı yolu fark etti. Gözlerinin siyahtan sonra gördüğü ilk şey buydu. Sonra ağaç gövdelerini fark etti. Ortalık biraz daha aydınlanınca solmaya yüz tutmuş ağaçların sararmış yapraklarıyla karşılaştı. Ve sonra hava tamamen aydınlandı.
Alaz olduğu yerde şöyle bir dönüp nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Görü yeteneğinin ardından, kulaklarına dolan suyun şırıltısıyla duyma yetisini de geri kazandı.
Tanıdık görünen çevreye daha bir dikkatle bakınca, yüreği istemsizce sıkışmaya başladı. Kalp atışları kendinden bağımsız hızlandı. Bulunduğu yerin tanıdıklığıyla sarsılan Alaz, yutkundu. Anılarının ve hatalarının gömülü olduğu çiftlik evinin arkasında kalan ormanda hızla ilerlemeye başladı. Zavallı kalbi başına neyin geleceğini bilir gibiydi.
Derenin kenarına geldiğinde onu gördü. Kalbinin daha görmeden tanıdığı kadın karşısındaydı.
Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Alaz onun güzelliği karşısında ilk defa kendisine bakma ihtiyacı duydu. Başını eğip üzerini kontrol ettiğinde, genç kadının aksine üzerinde siyah bir pantolon ve gömlek olduğunu fark etti. Ne kadar çirkinim, diye düşündü. Onun için ne kadar da yetersizim...
Genç adam kendi içinde bir muhasebeye girmişken fark etti Zeynep onu. Önünde akıp giden dereyi izlerken duyduğu seslerle döndü arkasına ve Alaz'ın gelmiş olduğunu gördü.
"Neden geldin?" diye sordu kaşlarını çatarak.
Alaz ne diyeceğini bilemedi. Dudaklarını yaladı ve sesini yeniden kazanıp kazanmadığını anlamak için ağzını açtı.
"Ben..." dedi ve sustu. Diyecek bir şeyi yokken nesöylese yalandı. Buraya niye geldiğini bilmiyordu. Nasıl geldiğinden de emindeğildi. Emin olduğu tek şey burada olmaktan dolayı duyduğu mutluluktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİTEM
DragosteBir kadın, Hayatı zor yoldan tecrübe eden, zor bir karar vermeye itilen, dimdik ayakta kalan... Bir adam, Sevmeyi bilmeyen, henüz yeterince büyümeyen... Bir yabancı, Kadının her anında yardımcı... Ve bir çocuk, Geleceği masumiyetle yıkanmış, geçmişi...