"Hayır." diye bağırdım inatla. "Söylediklerinizin hiçbirini kabul etmiyorum. Ben bu değilim. Ben canavar değilim. Bugüne kadar nasıl yaşadıysam bundan sonrasında da o şekilde devam edebilirim. "
Böyle olmayacağını adım gibi biliyordum.
Ama kabulle...
Varoluşun Tanrı katında, ufacık bir darbeyle nasıl darmadağın olduğunu artık tamamen biliyordum. Okuduğum bütün romanlar da ölümün tasvirine defalarca rastlamıştım. Soğuk, yalnızlık, karanlık, hissizlik... Peki, asıl hissettiklerimiz. Sevdiğiniz birinin artık olmaması bunlardan çok daha öte bir şey olmalı. Bedenime hapsolan ruhani acı o kadar yoğundu ki kalbimin olması gereken yerde atmadığını düşünüyordum. Hissetmiyordum. Düşünemiyor, ağlayamıyordum. Soğuğa karşı uyuşmuş, acıya karşı hissizleşmiştim. Kaderimde bu kadar kötü şeylere yer verilmesinin sebebini bir gün anlayacaktım. Ama o zamana kadar içimde her şeye umutla bakan, bir şeylerin iyi tarafını görmeye çalışan insani tarafımın cesedini gömecektim. Tanrı neden bu kadar suçlu, aciz, yalnız ve kötü hissetmemi istiyordu? Neden?
Önce Afolabi'nin ölümüne tanık olmuş, şimdi de en yakın arkadaşımın cansız bedenine bakıyordum. Kalbim duyduğum acı karşısında hissetmeyi bir kenara bırakmıştı. Avucumda sıkıştırdığım elinden ufacık bir hareketlilik bekliyordum. Ölmüş arkadaşımın yanında duruyor, elini tutup ağlamaya devam ediyordum. Sanki acı çekmesini azaltacakmışım gibi. O an ölmüş bir insanın acı çekmeyeceğini tabi ki kavramak istemiyordum. O benim arkadaşımdı. Deli dolu, beni anlayan, babasına karşı bile beni koruyabilecek birisi. Tanrım, her şeyde doğaüstü şeyler olabiliyordu. Şimdi buna ihtiyacım vardı, arkadaşımı geri döndürecek herhangi bir mucizeye ihtiyacım vardı.
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
"Tanrım, tanrım..." Sıcak gözyaşlarım, Sarah'ın soğuk, morarmış, kanlanmış ve toprağa bulanmış eline düşerken boğuluyormuşum gibi hissediyordum. İçimde güçlü bir bağın beni boşluğa savuracak gibi bir bir kopmasını iliklerime kadar hissetmiştim. Sarah bir daha geri dönmemek üzere gitmişti.
Birine ulaşmalıydım, cebimde ki telefonu hatırladığımda titreyen ellerimle cebimi yokladım. Sarah'ı takip ederken sessize aldığım telefonumda milyon tane cevapsız arama vardı. Rubert'i bulup onu aradım. Telefon aranmamı bekliyormuş gibi tek çalışta açılmıştı.
"Diana! Tanrı'ya şükür." Sinirli sesinin altında yatan korkmuş tınıyı tanımıştım. "Neredesin? Telefonunu kaç saattir arıyorum. Polisler..." diye söylenirken bir an duraksadı. Sesinin seviyesi duyulamayacak kadar alçalmıştı. "Her yerde sizi arıyorlar. Neler oluyor?" Arkada başka insanların homurtusunu duymuştum. Yalnız değildi.
"Rubert... Çok kötü bir şey oldu." Hıçkırıklarımın ve sarsılan omuzlarımın arasında söyleyebildiğim tek şey bu olmuştu. Gözyaşlarım durmadan akıyor yüzümün tek bir noktasını bile kuru bırakmıyordu.
"Hissediyorum." Diye mırıldandı şaşırmış gibi. "Nerede olduğunu söyle bana!"
Yaşadığım şok yeni yeni belirtisini gösterir gibi Rubert'i duymuyor ve beynimin için de yankılanan o hastalıklı gerçeği tekrar ediyordum. "Sarah öldü." Gırtlağımdan çıkan iniltiye engel olamadan ağlamaya devam ettim. Saçlarım yüzümü kapatana kadar Sarah'ın üzerine doğru eğilmiştim. Alamadığım nefesler arasında boğulacaktım.