Metalin metale çarpışının sesi kulaklarımı doldururken kafamın hemen üzerinde uçan Valerie'nin hançerinden kurtulmak için boynumu geriye attım.
Beş dakikadır falan çarpışıyorduk, belki asker olmasalar bu denli sorun çıkmazdı, ama inanın bana daha fazlasının kapıda olduğunu tahmin edememiştim. Böylece her birimize iki tane asker düşüyordu.
Martis ağırlığıyla kolumda ve omzumdaki tüm kasları gererken, genç asker copunun kabza kısmıyla şakağıma vurdu. Uzun süreli bir siren sesi beynimde yankılanmaya başladı ve istemsizce dizlerimin üzerine düştüm. Ellerimden destek alıp dengesiz bir şekilde ayağa kalkmaya çalışırken beni alt ettiğini sanan genç askerin Charmein'e saldırdığını gördüm.
Tam ona yardım etmek için koşacaktım ki ince, beyaz parmaklarından çıkan yağmur damlaları askerin suratına çarparak onu yere devirdi. Oh, harika galiba son zamanlarda kendini geliiştiren tek kişi ben değilmişim.
Tam gözüme kestirdiğim bir tanesine doğru koşacakken ayağım takıldı ve yere doğru düşüşe geçtim, neyse ki Rendall kolumdan tutmuş ve beni hızla kaldırmıştı. Sırt sırta verdik, benim yanımda da Glacier bir adamla dövüşüyordu, ufak ama etkili yumrukları vardı.
Bana çelme takan adama bakmak için gözlerimi tehtitkar bir havayla kıstım, beyaz saçları dağılmıştı ve bana sırıtıyordu. Kaşlarımı kaldırdım martisi tuttuğum eli sıkıp yumruğumu çenesine geçirdim. Zavallı adamın başı arkaya doğru savrulurken bileğine attığım tekmeyle sırtı yere çarptı. Acıyla homurdanırken ben de orada işimin bittiğini anladım ve doğruldum.
Ne yazık ki ayak bileğimde hissettiğim soğuk parmaklarla yeri boylamam bir oldu. Adam beni düşürmüş ve vahşice üstüme çullanmıştı. Kaburgalarımın onun ağır bedeni ve toprak arasında ezildiğini hissederken bana baktı ve çirkin dişlerini göstererek sırıttı.
"Ah prenses, böyle güzel bir yüzünüz olduğunu bir çok yerde duymuştum ama yakından görme fırsatım hiç olmamıştı." dedi saçma bir yüz ifadesiyle. Bu durumun iğrençliği üzerine yüzümü buruşturmakla yetindim.
Üzerimden kalkmadan arka cebine uzandı ve soluk gün ışığında parıldayan ufak bir hançeri parmaklarında döndürdü. "Şimdi, yüzün fazla mükkemmel, bu mükkemmellikten kurtulmak için biraz kusur eklemeye ne dersin?" dedi ve iğrenç bir kahkaha attı. Devasa bedeni altında biraz daha kıpırdandım ama bacakalarını tekmelemekten başka bir şey yapamıyordum.
Hançerin keskin tarafını gözümün altına tam da elmacık kemiğimin yükseldiği yere dayadı, suratında vahşice bir haz ifadesi oluşmuştu. Artık yapacak bir şeyin olduğunu hissettim ve metalin ince tanimde kaymasına izin verdim. Daha acı beynime ulaşıp çığlık atmama neden olmadan, adamın bedeninin savrulduğunu ve üzerimdeki ağırlığın yok olduğunu farkettim.
Anın şokunu atlatıp başımı kaldırdığımda tam sağımda Typhonn'un beyaz saçlı adamı ölesiye dövdüğünü gördüm; yüzüne yumruklar atıyor karnını kollarını tekmeliyordu.
"Tamam Typhonn, adam bayıldı işte, vurma artık!" diye bağırdım. Ben de cezasını çekmesinden hoşlanıyordum ama sonuçta ağzından kan gelmeye başlamıştı. Beni duymuyordu sanki, ya da duyamayacak kadar sinirliydi. Adamın karnına oturdu ve dirseğini tam burnuna geçirdi, ben bile çatlama sesini duyabilmiştim. Ağzından ve burnandan etrafa sıçrayan kan Typhonn'un kollarını kırmızıya boyamıştı.
"Yeter dedim, Typhonn." Sesim biraz daha otoriter çıkmıştı, abartmasına gerek yoktu. Sanki bir transtan çıkmış gibi başı hafifçe sarsıldı ve altın rengi gözleri benimkilere odaklandı.
"Sen iyi misin, Glyssa?" sesi biraz tıkırtılı çıkıyordu, arada bir sinir krizleri geçirebildiğini biliyrodum ama bu karşılaştıklarım arasında en şiddetli olanıydı. Onaylarcasına başımı salladım ve doğruldum. Etrafımdaki tüm askerlerin etkisiz hale geldiğini görünce gülümsemeden edemedim. Bu insanların bazıları onlarla ilk tanıştığımda daha silah bile tutmamışlardı, kendilerini zor koşullara adapte edebiliyor olmaları beni mutlu ediyordu.
"Pekala, o halde hadi yola çıkalım fazla zamanımız kalmadı. Dağları aştığımızda Safkan Sarayının kuleleri bizi karşılayacaktır!"
~~~
Ah, ulu atalrımız!
Ayağımın altından kayıp giden kuru toprağa baktım ve yüzümde gezinen ter damlalarının tembelce yere düşmesini bekledim. Havanın sıcaklığı ve nem beni rahatsız etmiyordu, hatta yaklaşık iki saattir kollarımda benden biraz daha hafif olan bir kızı taşımak bile o kadar zor gelmemişti. Asıl işkence bileklerimden baldırlarıma tırmanan dayanılmaz acıydı. O kadar uzun zamandır yürüyorduk ki artık belimden aşağısını hissetmeyecek denli yorulmuştum.
Dediğim gibi, gerçekten uzun bir koruluk ve tarlalar dizisinden sonra sarayın görkemli surları görünüyordu. Evim, orada eski neşesini kaybetmiş bir şekilde, yaşlı ve yalnız bir adam gibi çakılmış kalmıştı.
Dağların tepesini geçtikten bir kaç dakika sonra Valerie bir çığlık atıp ağlamaya başladı. Söylediğine göre istediği yere basamayınca ayağı kaymış ve böylece bileği burkulmuştu. Bana acımasız diyebilirsiniz ama bence sırf daha fazla yürümemek için böyle bir yalan uydurmuştu. Kaşlarımı ona inmadığımı belirtircesine kaldırdım ve Savient'in onu kucağına alışını izledim.
Fakat elbette Savient de bir insandı ve Valerie'yi iki saatten fazladır tek başına taşıyordu. Dik yamaçta ilerlemeye başlayıp, işler tehlikeli olmaya başlayınca, yardım teklif ettim ama büyük bir hataydı.
Neredeyse iki saattir Valerie'nin kemikli omuzlarından tutarak dağın kaygan zemininde ilerlemeye çalışıyordum. Aslında o saniye Valerie'yi oracıkta ölüme terk edip özgürlüğüme doğru koşabilirdim, ama hayat bazen çok acımasız olabiliyor.
Üzerimizde salınan Karga Aquila bana açık yeşil gözleriyle acıyan bir bakış yolladı ve onaylamazcasına başını salladı, nasıl hayvan formunda bu denli insansı hareketler yapıyordu bilmiyorum.
Rendall sakince nefesini verdi, gömleğinin önü nemli havadan ve terden ıslanmıştı, "Biraz mola mı versek?" diye sordu ve bu sorusu onu benim gözlerimde bir meleğe dönüştürdü, herkese yalvarırcasına baktığımda omuz silkip oldukları yere çöktüklerini gördüm.
Valerie'yi, bir oyuncak bebeği fırlatırcasına yer bıraktım ve soğuk toprağa kendimi attım. Tüm vücudum yorgunluktan ölen ayaklarımın sevinç çığlarıyla sarsılıyor ve kafamdan büyük ihtimalle buharlar çıkıyordu. Kafamı arkaya atıp bulutlar arasından bize yüzünü gösteren güneş ışığının derimi delip geçmesine izin verdim. Safkan topraklarında hava hep güneşli olurdu, bu ne olursa olsun evime geldiğimin kulağıma fısıldanışı gibiydi.
Aquila hemen üzerimde o tuhaf karga çığlıklarında birini atınca düşüncelerimden koptum, onun yere inişini ve insan formuna geçişini bekledim, kaşlarını çatmış gözlerini sanki bir yeri özellikle daha net görmek istiyormuş gibi kısmıştı.
"Ormanın ortasında parlayan şey de ne öyle?"
Flinch cebinden komik bir dürbün çıkardı ve gözlerine dayadı, merceklerin ayarını aceleyle yaptıktan sonra elleriyle gün ışığını siper etti ve gördüğü şeyle kaşlarını kaldırdı.
"Herifin bir bize el sallıyor!" dedi anlamayan bakışlarıyla. Işık parıltısı çok uzaktaydı ve sadece bir nokta gibi görünüyordu ama yine de orada olduğunu görebiliyordunuz, hemen surların dışında hateketsizce duruyordu.
Typhonn korsanda dürbününü aldı ve bakmak için başını eydi, gördüğü şeyle gözleri şaşkınlıkla büyüdü. "Tüy nerde.." diye mırıldandı ve yüzünde korku dolu bir ifadeyle dürbünü yere atıp koluna astığı ama aslen benim olan çantaya elini daldırdı.
"Lanet olsun!"
Eline aldığı bir avuç küle bakakalan bizlere aldırmadan sinirle külün ellerinden uçup rüzgara karışmasına izin verdi. O an gelmişti, sanki çok uzak gibi gelen ama aslında çok yakın olan o an artık gelmişti.
"Ah lanet olsun.."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RADIA
FantasiaHayata gözlerimi açtığım anda, farklı olduğumu biliyordum. Herkes gibi değildim, safkan ya da değil. Ben farklıydım, onlar gibi olmayacaktım, onların istedikleri gibi davranmayacaktım, ve onların istediği kişiyle evlenmeyecektim. Ben istediğimi yapa...