Bölüm şarkısı (Doughter- Love)
En az bir düzine adam buzla kaplanmış kum ve kayalıkla kaplı düzlükte etrafımızı sarmıştı. Hepsi üzerlerinde kalın kıyafetleriyle, gözlerini titreyen bizlere dikmişti. Aslında bizden sayıca çok fazla olmasalar da, koşulları daha uygun olduğu için bizi kolayca yenebilirlerdi. Lanet olsun! Bu kadar kısa sürede nasıl peşimizden gelmişlerdi ki? Beynim korku ve soğuk hava yüzünden durmuş gibiydi. Weapon korku içinde havaya karışırken üzerinde oturan herkes yere yığıldı. Asiler bizimkilerin aptal hallerine sırıtırken ben, bana bakmadıkları bir kaç değerli saniyede eteğimi kaldırmış ve beyaz hançerlerimi ortaya çıkarmıştım.
Adamın gözleri daha bana kaymadan en yakındakinin beline hançeri geçirdim. Adam inleyerek yere yığılırken, soğuk yüzünden ağlamaya başlamıştım. Yerdeki kar bileklerimei ve bacağımı kesiyor, buz gibi rüzgar korunmasız tenimi yalayıp geçiyordu. Tüm dostlarım adamlara saldırırken sanki ruhumda, her birinin teker teker avlandığını ve öldürüldüğünü hissediyordum. Bileğimden tutup beni kendine çeviren koyu tenli adam bıçağımı savururken daha şiddetli bir şekilde ağlamaya başlamıştım. Ilık göz yaşı damlaları yanağımda akarken beni biraz olsun ısıtıyordu. Savaş sahnesinin arasından "Kızı ve çocuğu yakalayın!" diye bir emir duyulduğunda herkes bir kaç saniyeliğine birbirine baktı. Adamlardan biri beni dirseğimden kavradığı anda çığlık attım, ama sesim sanki boğazıma tıkılmıştı. Ellerimi çırpıyor, adamı tekmeliyırdum ama o sanki hiç bir şey hissetmiyordu. Yanımda benim gibi yakalanmış Savient'i de görünce kaşlarımı çattım.
Ben daha ne olduğunu anlamadan Savient'in irislerindeki mükemmel karanlık gözlerindeki beyazı, bir bardak süte mürekkep damlatmışçasına kapladı. Tanıdık gözleri bomboş ve karanlık içinde bakarken içimde berbat bir boşluk hissettim. Beni içten içe boğan bir duman gibi her uzvuma yayılan boşluk hissi, kısa sürede beni esir aldı. Kontrolümü kaybettiğimi hissettiğimde gözlerim karanlığa bakmaya başladı, sanki tüm dünya koyu gri bir perdenin arkasında kalmıştı. Beynim hala işliyordu, ama kendi bedenim bana ihanet etmişti. Ruhum bir kafese tıkılmış gibi içimde çırpınıyor, arkadaşlarım gözlerimin önünde yaralanırken onlara yardım etmemi söylüyordu, fakat ben parmağımı dahi kıpırdatamıyordum.
Kontrolsüz parmaklarım yavaşça eteğimi kaldırdı ve lastiğe sıkıştırdığım, kanla kirlenmiş beyaz kamayı çıkardı. Parlak kamanın yüzeyinde korkunç yansımamı gördüğümde birkaç saniyeliğine donup kaldım. Gözlerimi uçsuz bucaksız bir karanlık sarmıştı, sanki içimde tek damla aydınlık kalmamış gibiydi. Ben korku ve acı içinde ağlarken gözlerimden tuzlu su yerine simsiyah balçık akmaya başladı. Sarsılarak hıçkırmaya devam ediyor olsam da bacaklarım beni arkadaşlarımın ve asilerin savaştığı kısma götürüyordu. Ayaklarıma yapışan buzla karışık kum sendelememe neden oluyordu. Elimdeki kamayı daha da sıkı bir şekilde kavrayıp Quinn'i bıçaklamak için kaldırdığımda, dudaklarımdan istemsiz acı dolu bir çığlık süzüldü.
Tam kendimden umudumu keseceğim anda bacaklarım yeniden çalışmaya, gözlerim dünyayı yeniden net bir şekilde görmeye başladı. Elimdeki bıçak büyük bir şangırtı kopararak yere düştü ve parmaklarım boşta kaldı. Gözlerimi ellerimin arkasıyla ovuştururken savaş sahnesi netleşti, asiler çoktan buharlaşmışçasına kaybolmuştu. Tüm arkadaşlarım perişan bir şekilde yerde yatıyor veya oturuyordu. Ben de beni taşımayan bacaklarıma yenik düşüp yere yığıldım. Savient paçalarını silkip bana elini uzattı, ondan biraz güç alıp ayağa kalktım. Kar incecik ayakkabımın arasından girip topuklarımı kesiyordu. Ellerimi yanaklarıma götürdüğümde parmaklarıma bulaşan siyah sıvıyla inledim, Savient de -tuhaf bir şekilde- aynı durumdaydı.
~~~
Aptalca ağlamayı sürdürürken arkadaşlarımın yanına koştum, soğuktan yer yer morarmış bacaklarım beni taşımakta zorlanıyordu. Gözlerimi hepsinde gezdirdim, Quinn çoğu kişiyi zihin yoluyla bayılttığı için pek yara almamıştı ama ayakları soğuktan morarmıştı, tabii ben kızı neredeyse bıçaklıyordum. Valerie ise şiddetle kanayan eliyle hançerini temizliyordu. Açıkçası bu savaşçı görünüşü onda biraz tuhaf durmuştu. Rendallın dudağı patlamıştı ve Typhonn'ın da kolundan dirseğine kadar bir kesik ve yanağında bir yarık vardı. Afriel ve Charmeine korkuyla olanları izlemişti ama eğer bizimle bu yolculuğa devam edeceklerse saldırılara alışmalıydılar. Yaralanan herkese malzememiz yettikçe pansuman yaptık ama elbette enfeksiyon kapacaklardı.
Yorgun bir şekilde toparlanıp, şehre doğru yürümeye başladık. Hava ciddi anlamda dondurucuydu, parmaklarımı kollarıma sürtüp ısınmaya çalıştım. Acı ve zorluklar içinde şehre ulştığımızda, şükürler olsun ki, bizi durduran kimse olmadı. Şehrin birbirine bağlı sokakalarında ilerlerken, simsiyah gözlü insanlara dikkat etmemeye çalışıyorduk. Yine de hiçbirinin gözlerinde, dövüş sırasında Savient'in gözlerinde gördüğüm berbat dipsiz karanlık yoktu, daha parlak gece gibi siyah gözlere sahiptiler.
Hava kararmak üzereydi ve biz hala şehrin buzdan, parlak sokaklarında dolanıp duruyorduk. Saray tam şehrin ortasında göğe doğru dik bir şekilde yükseliyordu, biz de o tarafa yönelmeye karar vermiştik. Akşamın getirdiği soğuk havayla yavaş yavaş parmaklarımı hissetmemeye başlamıştım, Ada'dan kaçarken yanımıza tek bir şey bile almak aklımıza gelmemişti, o zamanki aptallığıma bir lanet savurdum.
Saraya yaklaştığımızda, üzerinde yaprak olmayan buz sarkıtlarıyla kaplı ağaçlar ve ağzından sular akan buzdan çeşmelerle dekore edilmiş, geniş saray bahçesini gördük. Behçe sarayın görkemli binasını yuvarlak hatlarla çevreliyordu. Gözlerim çeşmenin köşesine oturmuş saçlarını karıştıran beyaz saçlı genç çocuğa ve çeşmenin etrafında neşeyle koşuşuturan daha küçük iki kız çocuğuna takıldı. Bu suratı tanıyor gibiydim...
Gözlerimi kısıp çocuğu süzmeye devam ederken, başını kaldırdı ve simsiyah gözlerini alçak duvarların ardındaki bizlere yöneltti. Meraklar kaşlarını çatıp, "Glyssa?" diye sorduğunda, gülümsedim. İlk defa beni birileriyle zorla tanıştırdığı için anneme minnettardım. Elimi hafifçe kaldırıp, "Selam Glacier!" diye seslendim, ince düğme gibi burnunu ve simsiyah gözlerini çevreleyen uzun kirpiklerini unutmamıştım, bize gelmemizi işaret ettiğinde hepimiz teker teker duvardan atladık. Çeşmeye yaklaştık, "Arkadaşlar bu Kuzey Buz Şehri Prensi, arkadaşım Glacier Autemoun. Glacier, bunlar dostlarım." Herkes Glacier'i başıyla selamladı. Glacier gömleğinin yakalarını düzeltti, sanki hiç üşümüyordu.
"Prens Afriel ve Prenses Charmeine'i tanıyorum," derken etrafta neşeyle koşuşturun kızların enselerinden tutup yanına yaklaştırdığında, kızlar hala kıkırdıyordu. Kara gözlerini kızların üzerinde gezdirirken, "Bu iki haylaz benim kız kardeşlerim, ikizler Soleissè ve Lunetté." diye bize kardeşlerini tanıttı. Bembeyaz parlak saçları omuzlarından sarkan, 14-15 yaşlarında birbirine bakıp sırıtan kızlara hafifçe el salladım, onlar da bana gülümseyerek yanıt verdiler. Kaşlarımı kaldırıp Glacier'e döndüm, "Söylesene Glacier, birkaç konuk için fazladan odanız olabilir mi?" dediğimde neşeyle gülümsedi, simsiyah gözleri sevecenlikle parıldıyordu. Bu insanlar genelde soğuk olurlardı ama Glacier kesinlikle öyle biri değildi.
Hepimiz onu ve ikizleri takip etmeye başladık, buz sarayı devasaydı. Burada tek başıma kalsam yüzde yüz kaybolurdum. Dev buzdan avize sarayın üzerinde salınıyor ve her yeri soğuk bir ışıkla aydınlatıyordu. İkinci kata çıkıp büyük mavi çift kanatlı kapıların önünde durduğumuzda, siyah gözler bize döndü. Glacier, "Sizi odalarınıza götürmeden önce annem ve babamla görüştürmeyi isterim, bilirsiniz burada olan her şeyden haberdar olmak istiyorlar." derken dudağını büzmüştü.
Açık mavi kapılar gardiyanlar tarafından açıldığında, soğuk bakışların üzerimde yoğunlaştığını hissettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RADIA
FantasyHayata gözlerimi açtığım anda, farklı olduğumu biliyordum. Herkes gibi değildim, safkan ya da değil. Ben farklıydım, onlar gibi olmayacaktım, onların istedikleri gibi davranmayacaktım, ve onların istediği kişiyle evlenmeyecektim. Ben istediğimi yapa...