Bölüm On Sekiz

11.6K 512 14
                                    

“Daha güçlü…”

Bir otel odasında yapayalnız geçirdiğim ilk geceydi bu. Yalnızlığın aslını gördüğüm, tek başına olmanın derin çaresizliğini hissettiğim ilk gece. Her şeye, herkese yabancı olmanın verdiği o korkuyu iliklerine kadar hissetmenin ne demek olduğunu bildiğim ilk gece.

Bundan sonraki gecelerim farksız olmayacaktı. Sadece bir adım daha yabancılaşacaktım geçmişime. Bir adım daha yakın olacaktım geleceğe ve hislerim sonunda tümüyle beni terk ettiğinde, yolda gördüğüm, yürürken sağa sola bile bakmayan, hep bir yerlere yetişme telaşesinde olan o garip, robotlaşmış insanlardan biri olacaktım. Bu kendim için kafamda belirleyebildiğim en iyi senaryoydu.

Kötüleri düşünmeye ne gücüm, ne de halim vardı. Belki bir sokak köşesinde ciğerlerim sökülünceye dek ağlarken, belki yalnızlıktan donarak, belki kimsesizlikten boğularak ölürdüm. On dokuzuncu yaş gününe, bir otel odasında tek başına uzanıp kirli tavanı seyrederek giren biri için bunlar hiç de uzak ihtimaller değildi.

Umut artık yoktu. Hayallerim yoktu. Tüm tükenmişliğimle bu şehre adımımı atmıştım ve buradan nasıl çıkacağımı, daha doğrusu çıkıp çıkamayacağımı bile bilmiyordum. Sıkıntıyla nefesimi verip çantama uzanırken aklım tüm karanlıkların esiri olmuş bir şato gibiydi. Her kapı sadece ona ve karanlık gözlerine açılıyordu. Her girdiğim oda çıkmaz bir yola sürüklüyordu beni. Yapabilecek hiçbir şeyim yoktu. Ben de yine kalemime sarıldım. Çantamdan defterimi çıkardım ve elime aldığım kalemle bir şeyler karalamaya başladım. Çizgiler yavaş yavaş yolunu bulurken bir çift sert bakış belirmeye başladı bembeyaz kağıtta. Öfkelenip defteri kapattığım an içimdeki durdurulamaz özlemle sarıldım telefona. Eğer bir ağlama krizine gireceksem en azından bunu onunla konuşurken yapmalıydım.

Telefon uzun uzun, içimdeki sıkıntıyı katlarcasına çalıp durdu. Sonunda mesaj bırakmamı söyleyen sesi duyunca bunu niye yapma gerekliliği hissettiğimi bile unutmuştum. Bir haftadır onunla ilgili o kadar çok düşünmüştüm ki, kafamda söyleyeceğim o kadar çok şey vardı ki keskin bir ağrı saplanmıştı bile başıma.

“Demir…” dedim yine de bana uzak, yabancı bir kızın çaresiz sesiyle.

“Demir… Ben galiba… Ben galiba yapamıyorum… Yapamayacağım… Bu içimde bıraktığın ateş var ya çok acıtıyor canımı… Annemin gidişi gibi, abimin beni bırakması gibi… Babamı hiç tanımam, bilmemem gibi… Öyle kötü ki… Söküp almıyor kimse... Yardım edemiyor kimse ve ben dayanamıyorum…”

Sustum. Boğazıma oturan o yumru hiç gitmeyecekti. O geri gelmeyecekti, abim gibi, annem gibi, babam gibi. Farkındalığın keskin acısı zihnime bir bıçak gibi saplandı.

“Ben… Kapatıyorum…” dedim ve telefonu hızla kapattım.

Kafamı tekrar yastığa koyduğumda gözyaşlarım süzülüyordu umarsızca yanaklarımdan. Yüz ifademde en ufak bir değişme olmadan tavanı seyrediyordum. Ellerim sıkıca tutuyordu altımdaki çarşafı. Parmaklarımı sımsıkı kenetlemiştim beyaz çarşafa. Islak yüzüm, kirli tavan ve sol yanımdaki bu ağırlık hayatın bana verdiği on dokuzuncu yaş günü hediyelerimdi. Kabul etmek, nezakettendi.

***

Tanımadığım bu cadde o kadar kalabalıktı ki içimde yükselen panik duygusuna engel olamıyordum. Etraf neşeli insanlar, arkadaş grupları ve telaşlı insan toplulukları doluydu. İçlerinde öylesine yalnız ve öylesine amaçsız hissediyordum ki etrafa sadece boş bakışlar atıyordum. Kalabileceğim bir yer bulmaktı otelden çıkarken niyetim ama bir saattir aynı cadde üzerinde bir o tarafa bir bu tarafa yürümek dışında hiçbir şey yapmamıştım. Kalabalık üzerime üzerime gelirken boğuluyormuş gibi hissediyordum. Her yerimi saran sıkıntı gittikçe büyüyordu. Gördüğüm hiçbir şey gözüme güzel gelmiyordu. Etrafımdaki her şey anlamını yitirmiş gibiydi. Sanki nefes almak daha fazla acı çekmek demekti. Hayatım tam bu noktada sona erse ruhum ebedi bir huzura erecekmiş gibi hissediyordum.

Kırık MaviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin