“Sevdiğim, seveceğim ve sevgisizliğiyle boğulduğum tek kadın.”
(Demir)
Gitmişti. Zor tuttuğu gözyaşlarıyla kızaran mavi gözleriyle, sanki söyleyecek hiçbir şeyi kalmamış gibi bana uzun uzun bakmış ardından da arkasını dönüp gitmişti. Üzgün olan oymuş gibi, onun canı yanıyor, onun kalbini biri yerinden söküyor ve eziyormuş gibi arkasını dönüp gitmişti.
Ellerimde kalan hayal kırıklıkları bana tanıdıktı. Ağzımdaki bu tat, gidişiyle eskiye dönen bu koku tanıdıktı bana. Tanıdık olmayan sol yanımda hissettiğim bu dayanılmaz sızıydı. Tanıdık olmayan kendimi tamamen yenilmiş hissetmemdi. Hayatımda ilk kez yapabileceğim hiçbir şeyin bir işe yaramayacağını hissetmemdi. Girdiği her yarışı kazanan ben, Karaaslan, bu küçük kıza, önünde bütün savunma duvarlarımı indirdiğim tek kadına yenilmiştim. Sevdiğim, seveceğim ve sevgisizliğiyle boğulduğum tek kadına.
“Karaaslan? İyi misin?”
Çağla’nın tedirgin sesiyle kaldırdım başımı. Ellerim başımda kaç dakikadır yatakta öylece oturduğumu bilmiyordum bile. Kafayı sıyırmak üzereydim. Bir şeyleri yoluna koymaya çalıştıkça her şeyin daha da karmaşık hale gelmesi artık beni öldürecek şekilde sıkıyordu canımı. Ona baktım. En azından bu işi doğru yapacaktım.
“Taksi çağırmıştım. Sen çık.” dedim.
“Sen?” dedi şaşkınca.
Şimdi dokunup mahvettiğim bütün hayatları düzeltme vaktiydi. Bu işi bitireceksem, ölüme bile bile gideceksem önce geride bıraktığım her şeyi yoluna koymalıydım.
Eliz beni sevmemişti, bunu biliyordum. Gözünün içine bakarken titrese de içim, boğazıma kadar yükselen kocaman bir özlem duygusu sarsa da her yanımı telefonumdaki o fotoğraflar her şeyi özetliyordu. O ve Çağrı. İkisi birlikteydi. Ne kadar süredir, nasıl bilmiyordum. Gözlerimin içine baka baka sadece dün gece gördüm onu demesine de kızmıyordum. Beni sevmemesine zaten şaşırmıyordum. Sadece ona gittiğim, tüm çıplaklığımda, herkesten sakladığım tüm gerçekliğimle onun karşısında dikilip yalvardığım o gece bana bakıp gerçeği söylemediği için kızgındım.
En iyi şansının ben olmadığını elbette en başından biliyordum ama sadece bir saniyeliğine bile olsa benimle olursa birlikte bir mucize yaratabileceğimize inanmıştım. Bu öyle bir inanmaydı ki şimdi içim kimseye, hiçbir şeye bir daha inanamayacak kadar paramparça ve boştu. Canım acıyordu. Yediğim hiçbir yumruğun yanından geçemeyeceği kadar acıtıyordu canımı ona bir başkasının dokunduğunu bilmek. Ama yine de nefret edemiyordum ondan. Yine de arkasından gitmemek için, durdurup son bir kez doya doya sarılmamak için zor tutuyordum kendimi. Bu nasıl bir şeydi, beni nasıl bu hale getirmişti bilmiyordum ama ben onun mutluluğu için kendimden geçmeye bile razıydım işte.
Çağla’nın şaşkın yüzüne baktım bir kez daha. Eliz’e sıra gelecekti. Ona en son sırada gelecekti şimdi ondan çok önce mahvettiğim bir hayatı toparlama vaktiydi. Her şey son bulurken, ben giderken ilk önce bunu halletmeliydim.
“Delirme ama sen tek gidiyorsun.” dedim düz bir sesle.
“Ne?!” dedi uyarmama rağmen deliye dönerek.
“Adana’ya dönüyorsun. Çiftliğe. Biletini ayırttım. Babanla konuştum. Annenler, kardeşin, abin, amcanlar herkes akşam yemeğine seni bekliyor olacak.”
“Sen… Sen ne yaptın?”
Saf bir şaşkınlık belirdi siyahın hakim olduğu gözlerinde. Büyülenmiş bir maviydi onunkisi. Bana gördüğüm en güzel maviyi hatırlatıyordu. Bir meleği andıran yumuşak hatlı yüzünün en belirgin kısımları bir çift mavi göz olan, kendimi tutamayıp üzerine sayfalarca cümleler yazdığım yine de içimdeki o kocaman yerinden bir santim azalmayan o küçük kadını. Kalbimi ezip geçen, tüm yakarışıma rağmen beni sevemeyen o kızı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırık Mavi
Tiểu Thuyết Chung"Eliz ateşle oynuyorsun." diye mırıldandı ılık nefesi tenimi gıdıklarken. "Ben..." dedim biraz daha cesurca gözlerine bakarak. "Ben ateşle oynamıyorum Demir. Ben ateşin ortasındayım, onu tanıyorum ve..." "Ve buna rağmen yanıyorum." diye bitirdi beni...