“İzlerini silemedi yıllar ve ancak daha da derinleştirdi yaralarımı…”
Elbisemin fermuarını zar zor çektikten sonra boy aynasının karşısına geçtim. Kendime baştan aşağı şöyle bir bakıp yakışıp yakışmadığına karar vermeye çalıştım. Sanki hayatım boyunca kendim için en doğru kararları verebilmişim gibi görünüşümü onayladım ve makyaj masasının başına oturdum. Aynaya yansıyan ve tamamlanmak için son rötuşlarını bekleyen çizimime takıldı o sırada gözüm. En geç yarın akşama kadar bitirmem gerekiyordu ama Kerim Bey ısrarla bu yardım gecesine sırf kendi arkadaşı koordine etti diye bütün çalışanların katılmasını zorunlu tutmuştu. Gidip özel olarak ondan izin rica etmem bile bir işe yaramamıştı. Üniversitedeki stajlarım sayesinde bulduğum bu işi daha iyisini bulana kadar da bırakmaya hiç niyetim yoktu.
Telefonuma dokundum ve ne kadar zamanımın kaldığını görmek için saate baktım. O sırada tarihe takıldı gözüm. Çok eskilerden sanki on milyon yıl öncesinden bir şeyler hatırlatıyordu bana bu tarih. Bir doğum günü. Üç buçuk sene önce herkesten, her şeyden bağımı kopardığım o doğum günü. Bugün benim doğum günümdü.
O günden beri hep aynı donuklukta olan bakışlarımı aynaya çevirdim. Yıllar önce o gün, o an, içinde bulunduğum ruh durumuyla verdiğim karardan çok geceler pişman olmuştum. Tek başıma, yatağımda yapayalnız kıvrılıp saatlerce, nefessiz kalıncaya dek ağladığım gecelerde olması gerekenleri kabul etmek için çok çaba sarf etmiştim. Ve sonunda bugün, tek başına yaşamayı öğrenmiş, güçlü, kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadındım. Yalnızlığı çoktan içselleştirmiş ve bir parçası olarak gören, hiçbir insanın kendisine, dışarıya ördüğü o kalın duvarlara bir santim bile yaklaşmasına izin vermeyecek kadar soğuk ve belki de içten içe korkak bir kadın.
Aynadaki görüntümü biraz olsun düzeltmek için hafif bir makyaj yaptım. Dudaklarıma kırmızı tonlarındaki ruju sürerken saçlarımı açık bırakmaya karar vermiştim. Her şeyi tamamladığımda ayağa kalktım ve tekrar boy aynasının önüne geçtim. Tamamen hazır olduğumu anlayınca hala masanın üzerinde duran telefonumu aldım ve bir taksi çağırdım. Ufak el çantamı da alıp salona geçerken aklımdaki düşünceleri engellemeye çalışıyordum.
O günün neredeyse dünmüş gibi hatırladığım her detayı zihnimi işgal ediyordu. Beni anlamaları için Seray’a ve Semih’e yalvarışım, Seray’ın verdiğim haberle deliye dönüşü ve evi terk edişi, Semih’in bana yine öfkeli gözlerle bakıp onun arkasından gidişi. Tüm bunlar geriye dönüp baktığımda bir kabustan ibaret geliyordu. Uzun, çok uzun süren kocaman, korkunç bir kabus. Ama gerçekti. Üniversitenin ilk yılı biter bitmez yatay geçiş işlemleri başlatışım bunu tam da doğum günümde eve gelip bana düzenledikleri sürpriz partiyi görüp dayanamayıp onlara mutfakta açıklayışım gerçekti. Bambaşka bir şehirde bile isteye sırf bana onu, Demir’i hatırlatmasınlar diye hem Semih’ten hem Seray’dan uzak yeni bir hayat kurma çabalarım gerçeğin ta kendisiydi.
O malum günden, Çağrı’yla buluşmaya gittiği o günden beri, beni tamamen arkasında bıraktığı o günden beri onunla ilgili, bana onu hatırlatan hiçbir şeye tahammülüm kalmamıştı. Kendimden bile nefret ederken ilacım yeni şehrimdeki yeni üniversitemdeki psikolog olmuştu. Her hafta saatlerce konuşuyor ve bıkmadan usanmadan içimdekileri o kadına döküp duruyordum. Oradan çıkar çıkmaz ise sırf bunu yaptım, sırf onları özledim diye kendimden nefret ediyordum. Elim belki milyon kez Seray’dan özür dilemek için telefona gitmişti ama sonrasında olacaklar, onunla tekrar arkadaş olma düşüncesi beni bunu yapmaktan hep alıkoymuştu. O ilk sene, Eskişehir’de Seray’la kaldığım ve Semih’in bizi belki yüz kez ziyarete geldiği o ilk sene neler hissettiğimi sadece ben biliyordum. Onları hayatımın dışına ittiğim için, düpedüz onlardan kaçtığım için beni belki asla affetmeyeceklerdi ama yine de geçmişe dönüp baktığımda aynı şeyi tekrar olsa yine yapacağımı biliyordum. Çünkü ikisine baktığımda gördüğüm tek şey kocaman kayıplarım olmaya başlamıştı. Seray’ın her gülümseyişinde aklıma abim geliyordu. Semih’in ona her gidişinde özlemle sarılıp gözlerine ışıl ışıl bakışında aklıma Demir geliyordu. Yapamıyordum. Geceleri sırf Seray duymasın diye yüzümü yastığa kapatıp her ağladığımda o günün, oradan gideceğim günün planını yapıyordum. İçten içe bir gün gideceğimi hep biliyordum. Bu doğum günü, benden habersiz bana sürpriz bir parti hazırladıkları ve neredeyse tüm sınıf arkadaşlarımı davet ettikleri, beni aptalca, şimdi bile hatırlamadığım bir bahaneyle eve geri çağırmaları benim için bir fırsat olmuştu. Onlara kızmıştım. Hem de deli gibi, hem de herkesin önünde. İkisi de beni sakinleştirmek için etrafımda daha çok dolanmaya başlamıştı. Ama bu, benim aptal zihnimde ve kırık kalbimde bambaşka bir etki yaratmıştı. İstememiştim onları. Abimi istemiştim. Sadece onu. Seray’a bakıp onun nasıl istemediğini düşünmüştüm. Sonra Semih’e bakmıştım. Semih’e bakıp nasıl bana onun hakkında tek kelime etmediğini düşünmüştüm. İkisinin birden bana tam bir yıl boyunca o lanet günden beri Demir hakkında tek bir kelime bile etmemesi beni sanki o an fark etmişim gibi delicesine yaralamıştı. Ağzımdan çıkanları kulağım duymuyordu onlara kızarken. Bütün misafirler geldiği gibi giderken bir de oradan gideceğimi söylemem son nokta olmuştu. Seray çantasını aldığı gibi çıkmıştı. Semih bana yine nefret dolu bir bakış atmış ve Seray’ın peşinden gitmişti. Yalnızlığım ve ben işte o günden beri hep birlikteydik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırık Mavi
General Fiction"Eliz ateşle oynuyorsun." diye mırıldandı ılık nefesi tenimi gıdıklarken. "Ben..." dedim biraz daha cesurca gözlerine bakarak. "Ben ateşle oynamıyorum Demir. Ben ateşin ortasındayım, onu tanıyorum ve..." "Ve buna rağmen yanıyorum." diye bitirdi beni...