Elindeki ahizeyi yerine koyan genç kız: ''Rıfkı Bey sizi bekliyor efendim. Buyurun, soldan ikinci kapı.'' dedi çiğnediği sakızın kaydırdığı tuhaf ve bir o kadar da uygunsuz Türkçesiyle.
Teşekkür etti Tunç ve izah edilen noktaya doğru yürümeye başladı. Bir müddet sonra durdu ve yutkundu. İşaret parmağını büktü ve işlemeli tahta kapıya hafifçe üç kez vurdu. Üzerindeki gerginliği azaltmak için ciğerlerine derin bir nefes çekti ve ardından araladı geniş ve ağır kapıyı. Böyle kapılar, içeride bulunan şahsın kontrol gücünün bir göstergesiydi. Makamı, koltukları, tabloları, tespihleri, vazoları ve daha bir sürü görsel öğeleri güç ve ihtişam odaklı seçiliyor, ziyaretçinin -tehdit edilircesine ve- itinayla gözüne sokuluyordu. Böylesi gösterişlerin yegane amacı dudakları terk eden sözlere ağırlık ve keskinlik kazandırmaktı. İnsan oğlundaki mevcut dalkavukluk ve menfaat hırsı ile, o ağırlık ve keskinlik elbet kazanıyordu da.
İçeri adımını attığı anda Tunç'un gözüne ilk çarpan önündeki geniş cam mekandan görünen Akdeniz oldu. Oda koyu renkler baz alınarak modern bir şekilde döşenmişti. Tavanın fazlaca yüksek olmasıysa ortama ferah bir hava katıyordu. Etrafa şöyle bir göz attıktan sonra solundaki geniş masada oturan ve kendisini merakla izleyen adama dönerek:
''Çok üzgünüm Rıfkı Bey. İsmim Tunç. Rahatsız ediyorum ama zamanınız varsa şayet mühim bir konuda sizinle görüşmek istiyorum?''
Otuzlu yaşlarının sonunda, orta boylu, şişman bir adamdı Rıfkı. İri gözleriyle karşısındaki sıska adamı inceliyor, gözlerini Tunç'un her zerresinde gezdiriyor, ancak görünce fark edebileceği isimsiz bir ipucunu arıyordu şu an. Bileklerine ve gözlerine baktı ilk. Ne isteyebileceğini düşündü. Tahmin etmesi zor değildi. Henüz ayağa kalkmamış, selamlamamıştı onu. Kafasından, sıska adamı bir an evvel göndermeyi geçiriyordu. Nede olsa onun bu tip adamlarla harcayacak vakti yoktu. Cevabından emin olduğu soruyu sordu:
''Konu neydi?'' Tunç, lafı dolandırmadan konuya girmenin çok daha doğru olacağını düşündü.
''Cem... O öldü. Biliyorsunuz ki. Şey...''
Rıfkı ne tepki vereceğini şaşırmıştı. Bilmeli miydi Cem'i? Bu sıska onu nereden tanıyordu? Bir müddet düşünür gibi yaptı.
''Cem? Kimden bahsettiğini bilmiyorum. Ben öyle birini tanımıyorum.'' Tunç, irileşen gözlerle izliyordu Rıfkı'yı. ''Benden şüphelenmiş olmalı. Tabii ya. Polis olduğumu falan zannediyor salak. Ona derhal anlatmalıyım.'' diye düşündü ve bunu önceden düşünemediği için kızdı kendine.
''Rıfkı Bey, ben ve Cem aynı evde kalıyorduk. Aynı zamanda da beraber çalışıyorduk. Onu iyi tanırdım. Aslında... Ondan mal da alırdım.''
Zaman gelmişti. Tunç büyük bir blöfün eşiğindeydi şimdi. Yapmalıydı. Rıfkı denen şüphe müptelası bu herif güvenmeliydi ona. Çünkü onun Rıfkı'ya, Rıfkı'nın da ona ihtiyacı vardı.
''Cem'le satardık bazen. Bana her şeyi anlatmıştı. Size benden bahsetmiş olmalı... Durun bir saniye. Yoksa siz benim polis falan olduğumu mu sandınız?'' Rıfkı, gözlerini Tunç'un koluna yöneltti.
''Polisler damardan girmez. Olsa olsa burundan çekerler, o da göstermelik de, sen benden ne istiyorsun, onu anlamadım.'' Düşünüyor düşünüyor, işin içinden çıkamıyordu Rıfkı. Sıska adamın bir şeyler bildiği kesindi. Ama neyi, ne kadarını? İşte bunu öğrenmeliydi.
''Cem'in tedarikçisi olduğunuzu biliyorum.''
Rıfkı'nın kaşları çatıldı o an. Masasının önündeki deri koltuklardan birini gösterdi Tunç'a.
''Otur bakalım. Seni dinliyorum. Merak ettim de acaba ben Cem'e ne tedarik ediyormuşum?''
Kısa bir süre sessiz kaldı Tunç. Çünkü cümlelerini titizlikle seçmeli, ne fazla nede az bilmeliydi.
''Koka, cızırtı, eks, ot ve eyç satıyordu Cem. Bana da barda satmam için ot ve eks verirdi. Bazen müşterilerini bana yönlendirdiği dahi olurdu. Ben az da olsa satışımı yapar, işime bakardım. Parayı Cem'e verir, karşılığında da malımı alırdım. Yani güvenirdi bana. Zulasını emanet etmekten çekinmezdi anlayacağınız.''
''İyi de kale içinde mal bulman zor olmasa gerek. Neden bana geldin, ben onu anlamadım.'' Rıfkı, Tunç'un ne demeye çalıştığını tahmin ediyordu. Tedarikçi sensin ve Cem öldü. Ortada bir boşluk var. Ben o konuma talibim demeye getiriyordu. Fena bir fikir değildi belki de, lakin hiç tanımadığı bu sıska herife malları emanet edebilir miydi? Üstelik bir keş... Deneyebilirdi. Kale içinde yitirilen bağlantılar ve birkaç haftalık bir boşluk, ona binlerce lira kaybettirecekti ne de olsa. ''Öncelikle küçük bir paketle başlatır, duruma göre zulasını arttırırız. Sonuçta bir keş. İstese de bizden kaçamaz.'' diye geçirdi içinden ve haklıydı da. Rıfkı'nın yüzündeki ciddi ifade yavaş yavaş kayboluyordu.
''Ben de sizinle çalışabileceğimi düşündüm. Eğer bana bir şans verirseniz sizi pişman etmem Rıfkı Bey.''
Rıfkı, masasının üzerindeki cep telefonunu eline aldı ve birkaç kez ekranına dokunup kulağına dayadı.
''Alo Salih. Otelin önüne gel. Sana bir genç gönderiyorum şimdi. İsmi Tunç. Al onu mekana götür. Dikkat etmesi gereken her şeyi de anlat. İyice öğrendiğine emin olunca ona küçük bir paket hazırla. Evet, gönderiyorum şimdi. Üzerinde beyaz bir tişört var. Tamam mı? Hadi aslanım.''
Tunç, yüzüne yayılan tebessümü engelleyemiyordu. Umduğundan çok daha kolay olmuştu. Telefonu masanın üzerine bırakan Rıfkı:
''Bir deneyelim bakalım. Tezgahın nasıl, ağzın sıkı mı, bir görelim. Ona göre tekrar konuşuruz. Anlaştık mı?'' Tunç kafasını salladı hızla.
''Tabii abi. Elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.''
''Hadi bakalım. Salih seni otelin önünde bekliyor.''
Rıfkı için Tunç, Para kazanma ve mal temin etme hırsıyla yanan bir gençti sadece. Fazlası değil... Nitekim yine haklıydı. Güvenebilirdi ona. En güzeliyse, işler ters gittiğinde kimse torbacı bir keşin öldüğüne üzülmeyecekti.
...
Kazananların olduğu her yerde elbet kaybedenler de vardı. Parasını, umutlarını, zamanını, sevdiklerini veyahut canını... Yükselenlere basamak olmak böyle bir şeydi işte. Bu hayatta insan ya bir plan kurmalıydı ya da kurulan bir planın parçası olmalıydı. O odada ise planı Rıfkı kuruyordu ve üzerine basılacak olan basamağın adı da Tunç'tu.
Çağın ilizyonuydu bu. Çalışan ve üzerine basılan, kendine bir kazandırırken, ipini tutana on hatta yüz kazandırırdı. Biri de durup lanet okumazdı bu düzene. Okuyacak olsa da bilirdi ki bir işe yaramazdı. Bireysel fikirler birleşip kolektif bir bilinç oluşturmuyorlarsa şayet, soyutluktan öteye geçemiyorlardı. Ve birbirinden ayrı düşmüş tüm lanetler, bu adaletten yoksun dünyada yok olmaya mahkumdu.
İnsan denen uçurtma –rüzgar sonsuz dahi olsa- kapasitesi kadar yükselirdi elbet. Herkes bu mantalite ile bir üst merciyi hep kendinden üstün görmeye meyillenmişti. Fakat hem eğitim hem de adalet sistemi kusurlu iken bu mümkün müydü? Kesinlikle değildi. Olamazdı. Cahiller cesur, bilgeler tereddütlüydü çünkü. C.Bukowski'nin de dediği gibi, dünyanın sorunuydu bu; akıllı insanlar şüphe ile doluyken, aptalların özgüven ile dolu olması.
...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZIN TONLARI
General FictionMert, yasaların halkların menfaati için var olduğunu sanacak kadar kör, Tunç, zalim ve karanlık saçan bir sistemin, ancak daha zalim ve karanlık bir sistemce yok edilebileceğini düşünecek kadar nesnel. Nitekim Tunç'un hakkını vermeli: zira iyiliğin...