Kelimelerden Tekmelerle Bir Kapı Kırılır

9 4 0
                                    


          Hayata karşı bir otorite, yolculuğu için bir pusula, kişiliği içinse bir şablon... Babaları ölenlerin ortak kaybıydı bunlar. Değer verilen ve yitirilen her şey gibi, ardında büyük bir boşluk, ardında büyük bir özlem bırakmıştı. Eksilmenin ne demek olduğunu öğrenmiş, o eksiklikle yaşamayı henüz öğrenememişti.

Anlamak zordu onun için. Halbuki anlamak da istemiyordu. Neden yok olurdu insan? Neden gider ve hiç gelmezdi? Ölümü kabullenmeyi, onu olağan ve şaşılası bulmamayı –ki yetişkinler dahi beceremezken bunu- başaramıyordu.

...

O gün okuldan dönmüş ve izlemekten hep keyif aldığı akvaryuma bir göz atmak için salona yönelmişti. 7 yaşındaydı o gün. Düşünmenin keşfedildiği ve hayatı anlamlandırmaya başladığı bir yaşta, suyun yüzeyinde hareketsizce yatan japon balığını izledi. Bir müddet gözünü dahi kırpmadan baktı ona. O gözleri, o donuk ve ruhsuzluğu tekrar gördüğünde anladı. Solgun, iri gözleri... Uyumuyordu. Hasta mıydı? Aç mı kalmıştı? Çok mu yaşlıydı acaba? Belki de yalnızlıktan ölmüştü. Ne önemi vardı. Ömür denen rolünü tamamlamış, gerisinde et ve kemik bırakmış, geberip gitmişti işte. Üzülmedi bile. Tam tersine, bu durumun onda yarattığı farkındalığa minnet duydu. Tüm bu yok oluşlara alışması gerektiğini tahmin edebiliyor, sonunun farklı olmayacağını sezebiliyordu. Ama bir sorun vardı. Hiçbir zaman alışamayacağı, her seferinde canını yakacak bir şey... Onun –yaşayanın- laneti de buydu; geride kalan olmak.

Sınıftaki arkadaşlarının en pısırığına, en zayıfına dahi imrenerek bakıyordu. Kıskandığı şey, ne başarıları nede görünüşleriydi. Onlar, ölü bir babaya sahip olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorlardı çünkü.

Her çocuk için bir baba gerekirdi elbet. Ona işten döndüğünde gofret getiren, eve geç geldiğinde kızan, karnesindeki kırığı görünce sinirlenen, tokadından çok, bakışlarıyla korkutan, yine o bakışlarla seven bir baba. O zaruri anlar nihayetinde bizi biz yapmaya başlar, mevcudiyetimize sevgi ve şefkat katardı. O anlar, adına insan denilen binanın tuğlaları değiller miydi? Öyleydi. Lakin iş başa düşünce de hani bir şekilde kendini inşa etmenin yolunu bulabiliyordu insan. Yine o insan ki, şımaracak kimsesi olmayınca, büyüyordu.

Yatmadan önce sadece bir saat kadar görebildiği bir annesi vardı artık. Çünkü muhasebe bürosundaki işinin yanında ek iş olarak lokantanın birinde bulaşıkçılık yapıyordu. Para lazımdı. Belki onun değil ama, ev sahibinin, köşedeki marketin, pazardaki esnafın, Mert'e defter alacağı kırtasiyecinin ve devletin...evet, devletin paraya ihtiyacı vardı. Onların da ev sahipleri, markete borçları, faturaları ve gelecek planları vardı. Herkesin olurdu.

...

Ev işleri ve okul, vaktinin büyük bir kısmını alıyordu. Geriye kalan boş vaktini ise evlerine pek de uzak olmayan bir parkta harcıyordu. Henüz bir dostu olmasa da birkaç arkadaş edinmişti. Onlarla oynuyor, gülüyor, onlarla unutuyordu bazı şeyleri. Ve onlara bahsetmişti. Belki de bu yüzden Mert'e hep merhametli ve iyi davranmışlardı. Ona acımalarının, onun için üzülmelerinin, evlerine döndüklerinde babalarına daha sıkı sarılmalarının nedeniydi bu. Hepsi onun duruşuna, hala gülebiliyor oluşuna hayrandı.

O sıradanlaşma ve bütüne karışma günlerinden birindeydi yine. Parktaydı. O gün her nedense annesi eve erken gelmişti. ''Canın sıkıldıysa git biraz oyna. Fazla uzaklaşma ama.'' demiş, eline biraz da bozuk para tutuşturmuştu. Bunun üzerine annesini öpüp evden koşarak çıkmıştı. Güzel denebilecek, nadir bir gündü. Önce markete, sonrasında parka gitmişti. Mahalleye yeni taşınan çocuk da oradaydı. Gözden kaçmıyordu. Çünkü parktaki tüm çocuklardan çok daha uzun ve iriydi. Çocuk yüzüne sahip bir yetişkin gibi geldi gözüne. Bir bakışta anlıyordu insan. Çocukların basit hiyerarşik düzeninde piramidin en üst noktasını o işgal ediyordu. Ona nedensizce yaklaşmak istedi. Arkadaşlık denen samimiyetin bir nedeni olmamalıydı nihayetinde.

''Merhaba. Ben Mert. Senin adın ne?'' Misket oynayan çocukların yanına gelip ona doğru uzatmıştı elini. ''Ben de Tunç.'' dedi ama önünde duran ve havada hareketsizce bekleyen eli sıkmadı. Tutup sıktığı bir şey vardı ama. O da Mert'in ruhu, dumur ve hayrete uğrayan bilinciydi.

''Sen şu bahsettikleri piç misin? Babası olmayan hani... O sen misin lan?'' Ve güzel bir günü, güzel olmayan insanlar mahvedebilirdi ancak.

Mert, bugüne dek kelimelerden hiç dayak yememişti. Kulaklarından süzülüp içeri giren ve beynine ulaşan o keskin, o ürpertici cümle, kişiliğinde kilitli bir kapıyı kırıp yoluna devam etti. Ta ki Mert idrakını kazanana dek.

Kapı aralandı. İçinden, bedeni nefret ve öfkeyle harmanlanmış, Mert'in tıpa tıp aynısı bir çocuk çıktı. Tek farkı duygusuz, tek farkı acı çektirmeyi seviyor oluşuydu. Ondan hoşlanmadı. Artık içinden def edemezdi de. Karşı da koymadı ona. Bu meçhul kişiliğe boyun eğdi. Usulca bedenine yayılmasına izin verdi ve tüm kontrolünü -bedeni dahil- ona devretti.

''Sana diyorum! Piç misin lan sen?'' Tokalaşmak için uzattığı ve hala havada bekleyen elini yumruk yapıp, hiç düşünmeden –ki böylesi bir anda düşünmek, etkiyi azaltırdı- karşısındaki surata fırlattı. Sonrasında da diğer elini. Nereden duyduğunu, hatta ne anlama geldiğini dahi bilmediği küfürler çıkıyordu ağzından.

Piramidin en altında olması, piramidin en üstünde olanın canına okuyamayacağı anlamına gelmiyordu. Ve şimdi o, parktaki tüm çocukların şaşkın ve meraklı bakışlarına tek taraflı bir kavga sunuyordu. İyice izlediler. Nede olsa farenin bir kediyi yediğini hayatları boyunca bir daha göremeyeceklerdi.

Beklemediği ve karşı koymakta geciktiği darbelerle yere yığılan çocuk, kendini toplamaya ve kalkmaya çalışıyordu. Fakat ardı ardına üzerine düşen yumruklar izin vermiyordu ona. Ve aniden yanağında patlayan bir tekme hissetti. Sonrası karardı usulca. Mert ise hareket etmeyi bırakmış bir bedeni dövmenin zevkli olmayacağını düşündüğü için durdu. Zevk almıştı çünkü. İçinden çıkan çocuktan hoşlanmaya başlamıştı. Bildiği tüm küfürleri, ağzında biriktirdiği tükürükle beraber, yerde yüzü koyu yatan çocuğun üzerine fırlattı. Arkasını döndü ve gitti.

Karışıktı zihni. Bir bulamaç vardı kafasının içinde ve o tüm bunlardan –ve dolayısıyla hayattan- nefret ediyordu. Ne hissetmesi gerektiğini düşündü. Suçluluk ya da pişmanlık mı hissetmeliydi? İçindeki çocuk izlediği filmlerde zafer kazanan kötü karakterler gibi gülmek istiyordu oysa. Onun için abartılı bir kahkaha hiç fena olmazdı. Kamera neredeydi?

Yaşadıklarına rağmen gülümsedi. Tanrının bir yönetmen olabileceği fikri komik gelmişti ona. Olsa olsa senarist olabilirdi. Muhtemelen, sistemi kurup bizi kendimize emanet eden bir senaryonun yazarıydı o. Buluttan koltuğuna kurulup bizi izleyen, patlamış mısırını yiyen bir senarist. Hepsi bu diye düşündü. Hepsi bu.

Yürüdü. Ne hissetmesi gerektiğini düşünmüyordu artık. Hafif bir mide bulantısından başka hiçbir şey hissetmiyordu çünkü. Derinlerde –aşırı duyguya maruz kalmanın sonucu olan bir- duygusuzluk, yorgunluk...biraz da acı belki. Elleri şişmişti ne de olsa. O gün öğrendi; İnsan suratı, vuranın dahi canını yakabiliyordu. Dayak yiyenden dayak atana ufak bir misillemeydi bu. Etki ve tepkinin kaçınılmaz sonucuydu. Elleri ve Tunç'un şeklini yitirmiş yüzü... Ve yine o gün öğrendi. İnsan insanı neden öldürür, anlayabiliyordu artık.

...             

BEYAZIN TONLARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin