Caddebostan'da karanlık bir depo. Karanlığın içinde beş karanlık adam. Işıksızlık mühim değil. Önlerindeki kimyasallardan sızan, gözle görülemeyen ve etraflarını çepeçevre saran bir karanlık bu.
Birisi kloroformun miktarını ayarlıyor, birisi sentezlemeyle ilgileniyor, birisi de ürettikleri mahsulün saflığını inceltiyor ve gramlık kaplardaki tozu paketlenmek için hazırlıyordu. Arka sokaklarda hizmet veren tostçular gibi hızla ve ne yaptıklarını çok iyi bilerek yapıyorlardı tüm bunları. Biraz salam, biraz yanık kaşar, kurumuş domatesler ve tabii ki ketçap mayonez... Yaptıkları şey çok da farklı değildi. Zaten arka sokağın başkentindeydiler. Tek farkı uğraş verdikleri bu tostları hazırlamak için –ki o ocağı çalıştırmak için de- göt gerekiyor olmasıydı. Usta ya da malzeme değil, göt... Belki cesaret, arka sokaklarda başı boş dolanan herkeste vardı, lakin çok azı ölümlü ve karanlık yollara sapıyor, çok azı mevcut sistemin bir dişlisi olmaktan vaz geçip ancak kendi imparatorluğuna hizmet ediyordu.
Depoyu Timur ayarlamıştı. Sevmişti burayı. Çevresi salaş ve bakımsızdı. Umurlarında da değildi. Yeterince geniş ve her şeyle iç içe olması yeterliydi. Sanayi falan yoktu etraflarında. Kiracılarla dolu evler ve sokakta oynayan çocuklar vardı. Yanını işlek bir cadde, karşısını ise büyük bir AVM kuşatmıştı. Saklanması gereken ve gizliliğine özen gösterdikleri -illegal- şeylerin dönmesi için fazlaca göz önünde olan bu mekanı özellikle istemişlerdi. Kimsenin dikkatini çekmeyecek kadar belirgin, lakin kalabalıklar içerisinde bir karanlık... Karşısındaki modern alış veriş merkezinden pek bir farkı yoktu yani. O da bir nevi kan emici, güzel ambalajlı, söverken sırıtan, kendi hayatını daha değerli kılmak adına para harcayıp tutsak olan insan -ve köleler- için kocaman bir AVM'ydi aslında.
Bahsi geçen depoyu iki hafta önce almışlar ve burası için tam olarak 150.000 lira gibi bir meblağ ödemişlerdi. Bir o kadarını da laboratuvar malzemeleri ve gerekli kimyasallar için harcanmışlardı. Kağıt üzerinde bir kimya şirketi... Fazlası değil. Çünkü yaptıkları iş bir ambalaja, bir makyaja ihtiyaç duyuyordu. Kusursuz makyaj, hemen hemen herkesi, çirkin bir yüzü arzulayan ahmaklara dönüştürebiliyordu. Kanmayı seviyorduk, ama kandırmaya tapıyorduk adeta. Çünkü kandıranın her zaman kandırılandan daha üstün olduğuna inanıyorduk. Kimse aşağılık olmayı -bunu kabullenmeyi- elbette istemiyordu. Kanmalarımızı olağanlaştırıp bu durumu şaşılası olmayacak tekdüzeliğe taşımamız biraz da bu yüzdendi.
O deponun içinde, ülkenin hatta dünyanın sahip olduğu bataklığa biraz daha çamur ekleyen, pislik saçan, insanın şah damarını dişleyip geleceklerini emen zifiri karanlıklar vardı. İçinde ölümün provası, içinde hayattan geriye kalan artıklar vardı. Ve içinde gerçekten de deterjan mı üretiliyordu? Temizliğe hizmet eden, güçlü, yağ sökücü deterjanlardan mıydı onlar da? Ne ironi ama... Kartal üniformalı bir köstebek gibi... Biz mucizevi bir şekilde uçmasını bekliyorken, yerin dibine dalan bir köstebek... Doğası gereği ışığı, gökyüzünü sevmeyen... Kanatları sadece bir aksesuar, onu olduğundan daha yüce gösteren bir makyaj, sadece gördüklerine inananlar için bir ilizyondu.
Kamyonu depoya sokup kasasındakilerin tamamını boşalttıklarında anlamıştı Timur, ne denli büyük bir işin parçası olduğunu. İnanamamış, bir kez daha yinelemişti kulaklarına mucizevi ve fevkalade gelen kelimeleri:
''Tamı tamına 8 ton. Lan bu ne demek, biliyor musun?!'' Dersine iyice çalışmış öğrenci edasıyla cevap vermişti Tunç:
''4 ton saf eroin. Tabii yanılmıyorsam bu rakam inceltici maddeler ve çözeltilerle 5 tona yaklaşıyor.''
''Çok haklısın, fakat konuştuğumuz gibi piyasadaki üçlük malları ezecek dörtlük bir mal istiyorsak yüzde seksen saflığı olmalı ve o zaman elimizdeki mal tam olarak 4800 kilogram yapar. Bu...bu muazzam bir miktar Tunç. Değerini düşünebiliyor musun?''
Düşünebiliyordu. Birkaç aydır hem de... Piyasada gramı 40 lirayken elindekini 25 liradan satmayı da... Hal böyleyken elindeki malın değeri 120.000.000 lirayı buluyordu. Peki yeterli miydi? Öğrenmek için can atıyordu. Çocukken oynadığı oyunları hatırladı ve merak eti; ötüp ötüp kaçmak var mıydı bu oyunda da? Nasıl karşılanırdı acaba? Diğer çocuklar çok kızar mıydı ona? Ya da oyunu kendilerine bıraktığı için minnettar mı olurlardı? Bilmiyordu. Peki tüm bu bildikleri yeterli miydi? Öğrenecekti.
Dağ eteklerinden kopup en tepeye tırmanmayı ve kendisini bekleyen yolu öğrenecekti. Çünkü o, her şeyi kuş bakışı görenlerin gücünü istiyordu. Küçük marketleri bitiren ve onları kendi bünyesine katan süper marketleri seviyordu Tunç. ''Onlar gibi olmalı'' diyordu kendi kendine. Acımasız ve güler yüzlü, hümanist ve işgalci...
Bu sistemde fazlaca el değiştiren -komisyoncular vesilesiyle- her şey değerinin üzerine satılıyordu. Toplum her ne kadar memnun olsa da aynı veyahut daha iyi ürünü çok daha ucuza sunmak, piyasa içinde büyük bir sıçrama yapmak ve ani bir ivmelenmeyle büyüme kazanmak için şarttı. Bunun içinse aradan toptancıları çıkarıp direk üreticiyle tüketiciyi buluşturmak istiyordu. Kendisini ve keşleri...
Düşünüyor, hayallerinin oluşturduğu ve bünyesine nüfuz eden dalgalara kaptırıyordu kendini. Okyanusa ulaşıncaya dek boğulmayı umursamıyordu. Belki de boğulmak için kendine en uygun yeri seçmişti. Etrafında ne bulursa tutunacaktı ama. Nihayetinde onu yüzeyde tutacak çok şey vardı etrafında. Onu, -ki en çok da- içine sıçacağı sistem koruyacaktı. Aç insanları doyuracak, yine o aç insanları kullanacaktı. Ve bu sistemde o kadar çok aç vardı ki...
Tunç'luktan istifa edip o okyanusların Poseidon'u olacaktı. Boğulamazdı artık. En azından öyle kolayca değil...
...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZIN TONLARI
General FictionMert, yasaların halkların menfaati için var olduğunu sanacak kadar kör, Tunç, zalim ve karanlık saçan bir sistemin, ancak daha zalim ve karanlık bir sistemce yok edilebileceğini düşünecek kadar nesnel. Nitekim Tunç'un hakkını vermeli: zira iyiliğin...