İzmir'de bir muhasebe şirketinde işe başlamış, Basmane semtinde küçük, eski bir ev tutmuştu. Bütçesinin izin verdiği ölçüde -ki sadece viran mallar satan bir spotçudan- ikinci el, ucuz ve eski birkaç parça eşya da almıştı. Mideleriyse birkaç aydır yedikleri patates, makarna ve pilava alışmıştı.
İş yerinden aldığı maaşın adı her ne kadar asgari ücret olsa da onlara asgari bir yaşam sunmuyordu. Merak ediyordu; neye göre, kime göre belirleniyordu bu maaş? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre açlık sınırının altında kalan bu maaşı bir ülke nasıl olur da kendi halkına reva görebiliyordu? Yakın zamanda okuduğu bir haber geldi aklına. Rakamları tam hatırlamıyordu ama İsviçre'deki asgari ücretin dokuz bin küsur liraya çıkarıldığıyla ilgili bir haberdi. Şaşırmıyordu. Oradaki halk o paranın her kuruşunu hak ediyordu çünkü. Sonuçta bilinçli ve eğitimli insanlar yine bilinçli ve eğitimli insanlar tarafından yönetiliyordu.
Dünyada, kazanması gerekenden çok daha fazlasını kazanan devletler vardı elbet. Kimisine gelişmiş diyorlardı; o fazlalığı vatandaşlarının refah düzeyini arttırmak uğruna harcadığı için. Kimisine gelişmemiş ya da gelişmekte olan diyorlardı; çünkü onlar, yöneten ve yönetilen arasına bir duvar örüyor, tüm o fazlalığı kendi aralarında bölüşüyor, duvarın ardını görmezden geliyorlardı. Hal böyleyken adına asgari ücret denen sadakalar kalıyordu yönetilen -o ülkenin dinamiği- iş gücüne. Milyonerleri milyarder yapan bir sistemin dişlileriydi hepsi. Zengini daha zengin yapmanın bir yolu da bu maaşlar değil miydi? Yönetenleri anlıyordu da, ya yönetilenler neyin kafasını yaşıyordu? Hepsini merak ediyordu.
Onun için ek bir işte çalışmak, seçenek değildi artık. Mecburdu buna. Kendi yaşam şartları umurunda değildi belki, ama okullar iki ay sonra açılacaktı. Mert için harcanacak, üzerinde Atatürk'ün olduğu kağıtlar lazımdı ona. Geleceğin hep hayallerle yaklaştığını fakat avuçlara hayal kırıklıkları bırakıp çekip gittiğini tecrübe etmişti. Ama asgari bir hayal var mıydı? İzin vermeyecekti buna. Başka bir hayal kırıklığına daha tahammülü yoktu artık.
Kendisini zorlayacak bir geleceğe yürüdüğünün farkında, lakin bunu önemsemeyecek düzeyde de emindi kendinden. Önemsediği tek şey, kendisini bekleyen o geleceğin içinde yer alan Mert'ti. Çünkü ancak Mert için çekeceği her bir çileye gülüp geçebilirdi. Bu hayatta kendini zerre düşünmeden bir başkasını düşünen insan, ya anne baba, ya da aşık, dolayısıyla tüm dünyaya kör bir insandı. Tabii ki bu durum tüm anne baba ya da aşıklar için geçerli olamıyordu. Hissedilen sevgi, adına yapılabilecek fedakarlıklar ölçütünde büyük ve güçlü olabiliyordu. Çeşitlilik ve orantısızlık göstermesi bu yüzdendi elbet. Ve ne yazık ki bazı insanlar duygularını layıkıyla taşıyamıyordu. Bazısı ise bir başkasına duyulan hisleri sırtlıyor, bu yolda kendini unutuyordu. Gonca da böylesi bir insandı işte. Kendini Mert'e adaması tam da bu yüzdendi. Duyguları yaralı bırakmayı sevmiyordu. Ölünce tam ölmeyi, öldürünce de tam öldürmeyi huy edinmişti. Selim'i de Mert'i de işte böyle bir kadın sevmişti. Hayatını anayasa, hislerini ise kanun saymış bir kadın...
...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZIN TONLARI
General FictionMert, yasaların halkların menfaati için var olduğunu sanacak kadar kör, Tunç, zalim ve karanlık saçan bir sistemin, ancak daha zalim ve karanlık bir sistemce yok edilebileceğini düşünecek kadar nesnel. Nitekim Tunç'un hakkını vermeli: zira iyiliğin...