Farkındalığın Farkı

10 2 0
                                    


          ''Bak evlat. Bu camiada daha yenisin. Seni de anlıyorum. Hırsını ve azmini takdir ediyorum. Ama öğrenmen gereken şeyler var... Senden daha güçlülerce konulmuş kurallara uyman gerektiği gibi. Misal, deniz kenarında bir villa düşün. Onu bir apartman dairesi fiyatına alabilir misin? Hiç olabilir mi böyle bir şey? İşte onu alamayacak olman bir kuraldır. Peki bana söyler misin, senin sorunun ne?''

Masadaki altı göz onu merakla izliyordu. Piyasa dedikleri alem, arı kovanı olsaydı şayet, onlar, üç kraliçe arı olurdu ancak. Lakin öyle olsa bile bir işçi arı tarafından düzülmek hoşlarına gitmiyordu tabii. Şu an tam da bu olmuyor muydu? Ellerinde olsa onu asit çukuruna atıp yok oluşunu izleyebilirlerdi. Ne burjuvaydı ne de soylu. Sıska bir köylü... İşçi arı sadece. Her ne kadar iç dünyalarında onu bin bir senaryo ile katletseler de dış dünyada ona hiçbir şey yapamazlardı. Deplasmana gelmiş holiganlardı onlar. Tunç'un bir dalını kırsalar, köklerini sökecek adamlar vardı etraflarında. Güç paraysa -ki paraydı- güçlüydü Tunç. Banka mevduatında -dijital de olsa- sekiz haneli bir rütbe taşıyordu artık.

Görüşmeyi onlar istemiş, mekanı Tunç belirlemişti. Ne haltlar döndüğünü anlamak, tehditler savurup duruma müdahale etmek vardı akıllarında. Elbette bir de merak...

Karşısındaki üç barondan ikisi, başlarını belli belirsiz sallayarak az önce konuşan adama fikren katıldıklarını vurguluyorlardı. Ve tehditkar bir şekilde Tunç'un gözlerinin içine bakarak yapıyorlardı bunu.

Tunç ise merak ediyordu; söyleyeceklerini kaç kez düşünmüşlerdi? Önceden toplanıp provasını yapmış olabilirler miydi? Aralarındaki sözcüyü, diğer bir deyişle lideri kim ya da ne belirlemişti? Aralarında nasıl bir hiyerarşi işliyordu. En çok can alan... En çok parası olan... Her neyse. Bir şekilde taraf olmuşlar ve takım kaptanını seçmişlerdi. İşte o lider son cümlesini vurgulayarak tekrarladı: ''Senin sorunun ne?'' sessizlik...

Karşısında ülkenin kanalizasyon şefleri vardı. Onların saatleri, ayakkabıları, tespihleri, nefesleri hatta cümleleri dahi kokuyordu. En keskin burnun bile algılayamayacağı bir kokuydu bu. Fakat Tunç hissedebiliyordu. Kendinden biliyor, çok iyi tanıyordu o kokuyu. Tam olarak aynısı ya da belki de biraz daha yoğunu...

Sustuğu her saniye adamların kaşları biraz daha çatılıyor, etraflarındaki hava biraz daha ağırlaşıyordu. Tekrar ve tekrar sordu:

''Senin sorunun ne be adam?''

''Beyler... Görünüşe göre benim değil, sizin bir sorununuz var. Benimle... Sonuçta pazara hakimiyetinizin azalması ve daha az kazanmanız sizin sorununuz. Ve nedeni de sizin de bildiğiniz üzere, benim. Yanılıyor muyum?'' sesi soğuk ve mattı. Titreyen gözleri, karşısında oturan üç adamın da dişlerini sıktığını görebiliyordu. Birkaç ay öncesine kadar bu adamların köpeği olan bir adama hizmet ettiğini düşününce, şu an ne denli derin sularda yüzdüğünü anlayabiliyordu. İçlerinden biri dayanamayıp:

''Buna cesaret edebilmiş olman, yaşamayı pek sevmediğini gösterir. Her şeyin farkındasın öyle değil mi?'' Bu sefer kaşlarını çatan Tunç'tu.

''Ne yaptığımın farkında olmadığımı mı düşünüyorsunuz? Ne yazık ki bu konuda sizi yanıltacağım. Üzülerek söylüyorum ki... Farkındayım. Attığım her adımın sonuçlarını çok önceden düşünüp önlemimi aldım.'' kafalarındaki soru yığınları ile izliyorlardı onu.

''Aklında ne var genç adam? Nasıl önlemlermiş onlar?'' dedi ortadaki. Tunç, işaret parmağı ile solunda oturan sakallı adamı gösteriyordu.

''Sen, Fevzi Akil... Malın gramını 4 liraya Ruslardan alıyor, Gürcistan üzerinden yurda sokuyor, Ardahan'dan dağıtıyorsun. Riskli ve maliyetli. Peki satışın ne kadar? 50 mi?'' Parmağını bu seferde sağındaki gözlüklü adama doğrulttu. ''Peki sen, Vedat Cengiz... Malları yük gemileriyle İtalya'dan getirtip zerzevat içinde piyasaya sokuyorsun. Ha unutmadan, gramını 2.5 liradan alıp 60 liradan satıyorsun.''

Tunç, bir müddet sessiz kaldı. Sıra neredeyse kendi kadar sıska olan ortadaki adamdaydı. Bunun farkında olan adam suratını buruşturmuş, Tunç'u izliyordu.

''Ve son olarak sen, Malik Erşa... Ya da sana Kebir mi demeliyim?'' Hışımla ayağa fırlayan adam en sinirli halini takınarak Tunç'u gözleriyle tehdit ediyordu. Sesi titrek ve kalındı. Cılız ve güçsüz bir bedene göre fazlaca etkili bir ses... Birileri arkasına geçmiş, ona dublaj yapıyordu sanki.

''Dünkü çocuğa bak hele. Ben ne bok yiyor muşum lan?''

''Sen hepsinden çok daha fazla mal sokuyordun bu ülkeye. Ne de olsa sınırda sizi kollayan çok fazla asker var, öyle değil mi? Kebir-i Kürt... Örgüt senin eline bakıyor. Hatta tüm Güney Doğu Anadolu'da... Bütün sevkiyatlarını Irak üzerinden yapıyorsun. Gramı sadece 2 liradan hem de. Yanılıyorsam düzelt.''

Burunlarından soluyan adamlar şaşkın şaşkın karşılarındaki sıska adama bakıyorlardı. Şoku ilk atlatan Malik oldu.

''Biraz klişe olacak ama... Lan yavşak! Sen kendini ne zannediyorsun? Geçmişsin karşımıza seni çok da sikleyecekmişiz gibi konuşuyorsun. Tüm bu anlattıklarını sokaktaki piçler, hatta çoğu polis dahi biliyor. Sen neyin peşindesin aslanım? Cami duvarına niye işiyorsun? Bir de hele.''

''Sakin ol ihtiyar. Bu söylediklerim bir şeyler bildiğimi size göstermek için değildi. Tehdit etmek ya da aleyhinize kullanmak için hiç değildi. Sadece size sunacağım büyük teklife bir ön hazırlıktı diyelim. Sonuçta kimse size gramı 1 liradan ayda 250 kilo mal satmaz. Öyle değil mi?''

...

BEYAZIN TONLARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin