Dövülen kendisiydi sanki. Her yeri acıyordu. Kelimeler, surata yenen en sağlam yumruktan çok daha fazla can yakabiliyordu ve tek tedavisi zamanı yutmaktı. Ruhun tek ilacıydı bu. Bedeninse tek düşmanı...
Eve dönmüştü. Elini cebine daldırdığında fark etti. Aceleyle çıkmış, anahtarını yanına almayı unutmuştu. Önemsemedi. Nede olsa ikinci katta oturuyorlardı. Eve birçok kez anahtarsız girdiği olmuştu. Zayıf olsa da esnek ve atak vücuduyla bir akrobat gibiydi. Birinci katın balkonunu hızlıca tırmandı ve ikinci katın balkonuna tutundu. Kendini yukarı çekip balkon zeminine ayak bastı. Kolay olmuştu. İsterse bu şekilde tüm binayı dolaşabilirdi. Yerde duran saksılardan birini kaldırdı ve altından aldığı anahtarla balkon kapısını açtı. Mutfağa doğru yürüdü. Buzun şişliği ve morarmayı azalttığını geçmiş tecrübelerinden biliyordu. Ellerinin bu şekilde kalmasını istemezdi. Annesinin bu durumu fark edebileceğini düşündü sonra. Ne diyecekti ona? ''Çocuğun biri bana piç dedi anne. Üzgünüm ama bana piç diyen dudakları görmezden gelemezdim.'' Kızar mıydı? Ya da kızması Mert'in umurunda mıydı?
Durdu. Yanından geçtiği odanın aralık kapısından bir hareketlilik çarptı gözüne. Bu sefer o çirkin kediyi yakalayıp balkondan atacaktı. Bahsettiği, tek gözü kör, siyah, pis, kuyruksuz, ucube gibi bir kediydi. Büyük bir meydan muharebesinden sağ kurtulmuş bir hali vardı. Ya da sokaklar, kediler için bir savaş alanıydı. Belki de bu yüzden yanında bir el bombası patlamış gibi görünüyordu. Hangi araba çarpmıştı ona? Kim, hangi taşla kör etmişti gözünü? Ya da kuyruğunu hangi psikopat kesmişti? Etrafta, hayvanların acı çekmesinden hoşlanan çok mu fazla insan vardı? Sadece hayvanlarla yetiniyorlar mıydı acaba? Kaçı kanun adlı kırbaç olmasaydı bir seri katil olurdu? Çok fazlası diye düşündü. Suç, öfkeyle doğru orantılıydı. Ve öfke, insanlığa en kolay bulaşan, en ölümcül hastalıktı.
Parmaklarının ucuna basarak sessiz ve usulca yaklaştı kapının aralığına. Gözlerini kıstı ve köşe bucak loş odaya baktı. Gözleri kediyi aradı, lakin ortada kedi falan yoktu. Soluğunu kesti ve nefesini tutarak izledi odanın içerisindeki hareketliliği. Kısık inlemeleri, birbirine çarpan kasıkları, çıplak, titrek ve terli vücutları, annesini beceren o et parçasını...
Durdu. Gözbebekleri büyüdü aniden. Tuttuğu nefesi saldı yavaşça. Durumu idrak eden beyni tek düze ritmini terk edip tüm nöronları sinyallere, tüm kasları kana boğdu. Binlerce tepki seçeneği hücum etti aklına. Onları durdurmalı mıydı? Mutfağa koşup bir bıçak mı kapmalıydı? Ya da ses tellerini dahi yırtan bir çığlık... Akabinde sinir krizleri ve ağlama nöbetleri... Hiçbirini yapmadı ama. Yapamadı. Hareket dahi etmedi.
Durdu. Ruhundan gelen ve boğazında düğümlenen bir çığlıkla izledi önündeki -kendisine iğrenç ve gülünç gelen- yetişkin oyununu. İçinde yıkılan ve kırılan şeylerin sesini duyabiliyordu artık. Moloz yığınlarını, cam kırıklarını, parçalanan tuğlaları ve hepsinin altında kalan kendini hissedebiliyordu içinde. Gözleri önünde kutsal kitabı yakılmış bir dindar ya da az önce tanrıyla tanışmış bir ateist sayıyordu kendini.
Durdu. Kalbi, nefesi, kasları, beyni, hayalleri, her şeyiyle durdu. Her şeyiyle izledi. Gördü. Kokusunu aldı. Sesini duydu ve nefret etti. Gördüklerinden, duyduklarından, kokladıklarından, hayattan, kendisinden, annesinden, sahip olduğu ve olamadığı her şeyden nefret etti. Ve en çok da aralık kalan kapıların ardında olanlardan...
Durdu. İzledi. Gözlerini hiç kaçırmadan... Dağınık yatağı, yerdeki iç çamaşırlarını, ağzı açık votka şişesini, komodinin üzerindeki parayı ve –bu durumda- izlendiğini fark etmenin vermiş olduğu şok ile irileşen bir çift gözü. Durdu.
...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZIN TONLARI
General FictionMert, yasaların halkların menfaati için var olduğunu sanacak kadar kör, Tunç, zalim ve karanlık saçan bir sistemin, ancak daha zalim ve karanlık bir sistemce yok edilebileceğini düşünecek kadar nesnel. Nitekim Tunç'un hakkını vermeli: zira iyiliğin...