Yüzümde sıfır endişeyle öylece bekledim. Belki gelip beni çözerdi ve ellerimle ayaklarım bana kalırdı. Ya da belki umursamaz ve onları kaybetmeme göz yumardı.
Ben bunları düşünürken kapı açıldı. İçeriye anlamsız bir neşeyle girmişti. Uzun sürmesede.
"Iseul sana bir habe---- Iseul?"
Cevap vermek istemiyordum. Benim 'efendim' dememi bile haketmiyordu. Evet hastaydı, evet ona kızmıyordum ama bu ona sinirlenebilme hakkımı elimden almazdı.
Sadece baktım, bu da bir cevaptı.
"Ayağına ne oldu?"
Yüzünde endişe ifadesi mi görüyorum ben onun? Dünyanın sonu geliyor.
Yüzüme umursamaz bir tavır yerleştirdim."Zincirlerin sağolsun, kangren oluyorum. El ve ayaklarımı kaybedeceğim."
Bu umursamaz tavrıma karşı olacak, bir kaç saniye yüzüme baktı. Ardından hızla yanıma gelip elimi ve ayağımı çözdü.
"Ne yapmalıyız? Bu nasıl düzelir?"
Birde merak mı ediyordu? Saçmalık.
"Bilmiyorum. Ben psikoloğum doktor değil."
Bir saniye kadar kısa bir süre düşünüp cebinden telefonunu çıkardı. Muhtemelen internetten araştırıyordu.
"Morarma ve kabuklaşma varsa pansuman yapmak yeterli olurmuş. Bir sıvı akıntısı yok değil mi?"
Soru sorarken bir yandan da ayak bileğimi inceliyordu.
"Hayır birşey yok. Krem yeterli olacaktır."
"Emin misin?"
Gözlerimi devirmemek için zor duruyordum.
"Eminim."
Kafasını sallayarak ayağa kalktı. Gidecekken durdu.
"Nasıl bir krem?"
Cidden. Hiçbir yeri morarmamış mıydı acaba? Ona bildiğim kremleri söyledim. O çıktığında ise ayak bileklerimi ovmaya başladım. El bileklerim berbat durumda değildi. Ayaklarıma nazaran.
Bir kaç dakika sonra elinde bir buz ve krem ile geri döndü. Direk yere oturup ayağıma krem sürmeye başladı. Sanki incitmemek ister gibi sürüyordu...falan demeyeceğim çünkü cam siler gibi sürüyordu kremi.
"Lütfen biraz yavaş olur musun?"
Tabiki, kusura bakma tarzında bir şey söylemedi. Uyarıma karşılık yavaşça sürmeye başladı. Ardından üstüne buz koyup ellerime geçti.
Ölmesini beklediğin bir insana neden yardım edersin ki? Zaten istediği canımı yakmak değil miydi? Neden buna engel olmuştu şimdi?
Belki de sadece gerçekten beni korkutmak için böyle davranıyordu. Beni öldürmek veya kalıcı bir hasar bırakmak gibi bir derdi yoktu.
Ya da bu düşünceler benim umut kırıntılarıma aitti...
İşini bitirdiğinde kremi yanıma koydu. Ardından kendi de diğer yanıma oturdu. İçeri girerken bir haberden bahsediyordu.
"Az önce ne söyleyecektin?"
"Ne zaman?"
Gözlerimin tam içine bakıyordu. O bunu her yaptığında kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu. Korkudandı.
"İlk geldiğinde."
Hatırlamaya çalışır gibi kaşlarını çattı. Ardından hatırlamış olacakki kaşlarını gevşetirken aynanda başını salladı.
"Diyecektim ki..."
Durup küçük bir nefesin ardından devam etti.
"Bugün Jungwoo beni aradı. Seni sordu "
Kaşlarımı çattım. Neden ona sormuştu?
"Bunu neden sana sordu?"
Omuz silkerek dudağını büzdü.
"Bilmiyorum. Ama merak etme benden şüphelenmiyor."
Hah! Sanki ben bunun için endişeleniyorum da!
"Merak etmiyorum zaten."
Yine o sinir bozucu gülümsemesini yüzüne yerleştirdi.
"Tatile çıktığını söyledim."
Gözlerimi kocaman açarak ona baktım.
"Ne dedin ne dedin?"
Benim hakkımda olan birşeyi nasıl başkasına söylerdi? Üstelik olmayan birşeyi. Hiç mi akıl yoktu Jungwoo'da, düşünmeyecek mi 'bu kız tatile giderken neden Yoongi'ye söyledi' diye.
"Aferin."
Bana çok ilginç bir şey söylemişim gibi baktı.
"Niye?"
Cidden bari akıllı biri tarafından kaçırılsaydım.
"Jungwoo kesin anlamıştır. Tatile çıkacak olsam sana söylemem değil mi?"
Bana hayretle baktı.
"Eyvah, bunu nasıl düşünemedim?"
Ben ona alayla gülerken birden suratına iğrenç bir gülüş yerleştirmesiyle yüzüm düştü.
"Anla artık Iseul. Aptal değilim. Ben senin hastanım ve sen de beni arayıp tatile gideceğin için seanslara ara vermemiz gerektiğini söyledin. Hm?"
Sinirlerime hakim olamıyordum. Şu an gücüm olsa üstüne atlayıp onu pataklamam garanti. Ancak bileklerimi ovmaktan başka yapabildiğim hiçbir şey yok.
"Tam bir pisliksin biliyorsun değil mi?"
Ona hakaret etmemden zevk alıyor gibi bir hali vardı.
"Bugüne özel bu dediğini iltifat kabul ediyorum Iseul. Sırf bileklerinden dolayı. Ama yarın ve sonrasında sakın..."
Bana yaklaştı ve parmağını gözüme sokar gibi salladı.
"...sakın bunu yapma. Bana asla hakaret etme."
Eliyle depodaki dolabı gösterdi ve devam etti.
"Orda hala kullanabileceğim bir çok alet var."
Ardından hızla kalktı ve gitti.
Sona gelmek üzereydim. Artık dayanılmaz oluyordu. Ellerimi ve ayaklarımı çözmüştü. Artık daha serbesttim, en azından deponun içinde dolaşabilecektim. Ama daha çok tutsaktım.
Ellerim bağlıyken burdan kaçamamam için bir nedenim vardı, kendimi avuttuğum bir etken. Artık ellerim bağlı değil ve ben hala kaçamıyorum. Üstelik artık kendimi avutabileceğim bir etkenim de yok.
Hepsinden önce çok açım. Açlık her şeyden daha dayanılmaz. Bugün ağzıma lokma girmeyişinin üçüncü günü.
Dedim ya dayanılmaz oluyor. Her gün daha da zorlaşıyor.
Ona kızmak istiyorum. Korkuyorum. Bende onun canını yakmak istiyorum. Korkuyorum. En azından bağırıp çağırmak, etrafı dağıtmak istiyorum. Korkuyorum. Vurmak istiyorum ona. Korkuyorum. Canımı yaktığı her an için bir tokat atmak istiyorum. Korkuyorum. Günlerce aç bırakmak, bileklerini incecik bir iple sıkıca bağlayıp kangren olana kadar çıkarmamak istiyorum. Korkuyorum.
Ama sadece istiyorum. Çünkü korkuyorum.
Daha önce de söylemiştim, bilindiği gibi değil; Min Yoongi beni çok korkutuyor...
*
*
*
*
*
Keyifli okumalar :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Captive • Min Yoongi ✓
FanfictionBence okumayın. ... !! Bu kitap tamamen kurgu olup gerçek hayatta yaşanmaması gereken olaylar içermektedir. Stockholm sendromu iyi bir şey değildir ve hiç olmayacaktır. İçinde psikopatlık duygusu yatan bir insan aşık olup düzelemez. Aksine aşk sand...